Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
17.08.2012

Sessizlik, İnkâr ve Yüzleşme İsteksizliği

<< TÜM HABERLER


1

Nicholas Glastonbury

Bu yaz merkezimizde staj yapan New York Üniversitesi öğrencisi Nicholas Glastonbury izlenimlerini yazdı.

Hafıza Merkezi’nde bir stajyer olarak çalışmaya gelmeden bir yıl süreyle Türk tarihi ve milliyetçiliği hakkında okumuştum. Yeni aldığım geçiş dönemi adaleti dersi sayesinde bu konularda uzman olduğumu düşünüyordum. Güney Afrika’nın Hakikat Komisyonu’nu, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni, Sierra Leone, Ruanda, Peru veya Guatemala’nın yerel adalet mekanizmalarını biliyordum. Birleşmiş Milletler’in Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi neredeyse ezberimdeydi. Fakat, nedense bu konuda epey okumama ve aldığım onca derse rağmen Türkiye’deki geçiş dönemi adaleti tartışmalarıyla ilgili çok az bilgi veya yorum karşıma çıkmıştı. O yüzden Türkiye’yi anlamam neredeyse tüm yazımı aldı.

Dünyanın farklı yerlerinde geçiş dönemi adaleti uygulanması deneyimlerinden birkaç örnek hatırlatayım: Güney Amerika’daki 60’lardan 80’lere kadar süren cuntalar ve askeri diktatörlükler çöktükten sonra demokrasiye dönüş sürecinde yeni liderler, toplumun ve devletin geçmişle yüzleşmesi ve diktatörlük kapsamında yaşanan ihlallerin ve suçların açığa çıkarılması için söz verdiler. Güney Afrika’da Apartheid’ın sonu, ilk siyah devlet başkanı olan Nelson Mandela’nın seçimle iktidara gelmesi ve bir hakikat ve uzlaşma komisyonunun kurulmasıyla eşzamanlı oldu. Ruanda ve Eski Yugoslavya’da etnik temizlik ve soykırım sonrası BM müdahalesiyle uluslararası ceza mahkemeleri başlatıldı.

Türkiye’de ise zulüm konusunda devlet tarafında derin ve kök salmış bir sessizlik, inkâr ve yüzleşme isteksizliği görülüyor. Elbette Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu Osmanlı geçmişini çok seçici bir biçimde unutma/unutturma politikası günümüze kadar devlet tarafından egemen kılınmış.

Bu örneklerin ortak paydası ne? Bunların başarılı olmalarının nedeni nedir, veya başarılı olmasalar da, niye bu kadar tartışılıyorlar? Bence bu bir değişimin olup olmamasıyla ilgili. İster uluslararası bir baskı sonucu, ister kamuoyundaki infialin etkisiyle olsun bu örneklerin hepsinde en temel ortak nokta geçmişle hesaplaşma kararının alınmış olması. Kısacası, ortak payda geçmişe bakma, geçmişi ortaya çıkarma, hatırlama, unutturmama isteği.

Türkiye’de ise zulüm konusunda devlet tarafında derin ve kök salmış bir sessizlik, inkâr ve yüzleşme isteksizliği görülüyor. Elbette Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu Osmanlı geçmişini çok seçici bir biçimde unutma/unutturma politikası günümüze kadar devlet tarafından egemen kılınmış.

Geçmişte yaşanan hak ihlallerini tamamen çevreleyen bu sessizliğin yarattığı boşluk, Türkiye’yi ‘çatışma sonrası politik ve toplumsal uzlaşma’ üzerine yürütülen dünya çapındaki diyalogun dışında bırakıyor. Örneğin, 1915 Ermeni soykırımı konusunda söylem hâlâ o kadar çelişkili ki; yabancı hükümetlerin soykırımı tanıma çabaları protesto ediliyor ve diplomatik ilişkileri kesme tehdidinde bulunuluyor. Tarihin bu derecede siyasallaşması, hem farklı toplumlardaki geçiş dönemi adaleti uygulamalarını anlamayı, hem de Türkiye’deki hak ihlallerini meydana çıkarmayı engellemekte.

Tüm bunlara karşın, Türkiye’deki sivil toplum çalışmalarının ne kadar canlı ve gelişkin olduğunu görünce çok şaşırdım. Bunun nedeni Türkiye’deki insan hakları mücadelesi hakkında fikir sahibi olmamamdı. Mağdurların güçlendirilmesi, geçmiş ihlallerin belgelenmesi, işbirliğinin güçlendirilmesi ve yakın zamanda Türkiye’deki çabaların uluslararası kamuoyuyla paylaşılması konusunda gösterilen çabaların yaygınlığı ve çeşitliliği çok umut verici. İstanbul’da geçirdiğim yazın sonuna gelsem de, değişimin çok da zaman almayacağından emin olarak Türkiye’yi uzaktan ve hayranlıkla izlemeye devam edeceğim.