Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
07.03.2012

Türkiye'de Hafıza Çalışmaları - Leyla Neyzi

<< TÜM HABERLER

1

Leyla Neyzi

Hafıza veya bellek çalışmaları, sosyal ve beşeri bilimlerde özellikle tarih, antropoloji, kültürel çalışmalar, edebiyat ve psikoloji gibi disiplinlerin ağırlıklı olarak eğildiği, son yıllarda da kendi disiplinlerarası alanını oluşturan ve  büyük ilgi gören bir konu. Bellek çalışmaları, en genel anlamıyla bireysel ve toplumsal hatırlama (ve unutma) süreçlerini inceler. Son yıllarda beyin üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, bireysel belleğin nasıl işlediğini anlamamızı kolaylaştırmakla birlikte, bu konuda deneysel çalışmalar sürmektedir. Bu araştırmaların en önemli bulgusu, hatırlama sürecinin bir muhafaza sistemi veya bir bilgisayar gibi çalışmadığını göstermesidir. Birey, hatırlama anında basit bir şekilde geçmişte depolanmış bilgiye ulaşmaz. Bellekteki veri, hatırlama anının özellikleriyle harmanlanarak yeniden oluşturulur (Rose 2003). Bu açıdan, belleği araştırmak için geçmiş kadar, güncel bağlam ve bu ikisinin arasındaki ilişkiyi dikkate almak gerekir. Hatırlama sürecini incelemek, aynı zamanda unutma sürecinin de farkında olmayı gerektirir. İnsan beyni, deneyimlediklerinin büyük çoğunluğunu unutmak zorundadır; bu açıdan hatırlanan, yaşanmış olandan yapılan bir seçkiden oluşur (Connerton 2009).

Sosyal bilimciler bellek konusunu araştırırken, özellikle bireyin içinde bulunduğu toplumsal bağlam üzerinde dururlar. İnsan beyninin çalışma biçiminin ötesinde, hatırlama sürecinin toplumsal bağlamdan güçlü bir şekilde etkilendiği aşikârdır (Halbwachs 1992). Geçmişi nasıl hatırladığımız, bize okulda öğretilen tarih, televizyon, film, gazete, dergi, internet gibi medya, aile ve  sosyal çevremizden bize aktarılan sözlü ve yazılı kültürle yakından ilintilidir. Bellek çalışmaları özellikle bireysel olanla toplumsal olanın kesişme noktasına eğilir (Portelli 1991) ve bireysel yaşam öyküsü anlatıları (sözlü tarih), otobiyografi, biyografi, popüler kültür, medya, sanat, mimari, mekân, objeler, beden gibi alanlarda belleğin izini sürer.

Tarihsel olarak felsefecilerin kavramsal çalışmalarıyla başlayan (Coleman 1992), sözlü kültüre dayalı ve yazının kitlelere henüz ulaşmadığı toplumlarda bilgi aktarımının ana yolu olan (Yates 1992) ve modernite hakkında yazılanlarda da öne çıkan bellek konusu (Benjamin 1997)  yirminci yüzyılda dünya savaşlarının ve totaliter rejimlerin toplum ve birey üzerindeki travmatik etkilerini inceleme süreciyle birlikte geniş bir araştırma alanı oluşturdu (Fussell 1975). Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı askerlerin yaşadıkları, daha sonraları travma sonrası stres bozukluğu olarak tanımlanacak fiziksel ve psikolojik bozukluklara neden olur. Savaş deneyimi, askerlerin hatırlama biçimlerini de etkiler. Sonradan travma çalışmaları olarak tanımlanacak bu yeni araştırma alanı, bellek konusundaki incelemeler için de öncü olur. Sigmund Freud, travmayı ve travmaya bağlı bellek bozukluklarını psikanalitik bozukluklar olarak nitelendirerek geçmişi hatırlamayı merkezine yerleştiren yeni bir disiplin yaratacak ve modern öznenin kendini tanımlama sürecini derinden etkileyecektir (Steedman 1995).

Bellek çalışmaları, özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Holocaust yani Yahudilere yönelik soykırımdan sonra ivme kazanır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren sözlü tarih yöntemi, soykırımdan kurtulanların deneyimlerini dinleyerek bir ses ve görüntü arşivi oluşturmak, yaşananlara tanıklık etmek ve iyileştirme sürecine katkıda bulunmak amacıyla hızla gelişir (Felman ve Laub 1992). Holocaust ve soykırım araştırmaları İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze süregelen ve Güney Amerika, Güney Afrika, Kamboçya, Yugoslavya, Ruanda gibi ülkelerde yaşanan toplumsal şiddetin etkilerini araştıran sosyal bilimcilere örnek oluşturacaktır (Levy ve Sznaider 2002).

Çoğunluğu tarihçi olarak yetişmiş olan sözlü tarihçiler, zamanla kendi akademik alanlarını oluştururlar. Tarih disiplininin arşivde çalışmaya yönelik yönteminin toplumda göreceli olarak güçsüz konumdaki kadınlar, azınlıklar, göçmenler gibi kesimleri araştırmak için yeterli olmadığını savunan sözlü tarihçiler, bireylerin yaşam deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyerek onların da tarihe dahil edilebileceğini öne sürerler. Bellek konusunun sosyal bilimlerde yoğun olarak araştırılmaya başlaması sözlü tarihin gelişimiyle başlar (Passerini 1987). Çünkü sözlü tarih, belleğin işleyiş biçimini, sözlü kültürü  ve yazıyla ilişkisini irdelemeyi gerektirir (Assmann 2001).

Bellek çalışmaları alanına ivme kazandıran diğer bir gelişme, son yıllarda kimliğe ve bununla bağlantılı olarak geçmişe yönelik yoğun ilgidir. Bu ilgi, modernite ve postmodernite deneyimiyle ilgili tartışmalarla yakından ilintilidir. Bazı yazarlar, günümüz toplumundaki zaman ve mekân iç içeliğinin bir denge gereksinimi yarattığını, kimlik ve geçmişe yönelimin bundan kaynaklandığını savunur (Huyysen 1994). Geleneksel olanın kaybına yönelik bir nostalji de belleğe yönelimin nedenlerindendir (Nora 2006). Bellek konusunun gündemden düşmemesi, milliyetçilik ve kültürel kimliğe dayalı çatışmaların şiddet ve soykırımlara neden olması ve bu olayların geçmişin hatırlanma ve kurgulanma biçimiyle ilintili olmasından da kaynaklanmaktadır (Das 2000). Son yıllarda bellek çalışmaları alanında sorumluluk, adalet ve hukuka dair tartışmalar öne çıkmaktadır (Leydesdorff 2009). Gitgide kendi akademik alanını oluşturan bellek çalışmaları, kendi dergisi ve alana giriş kitaplarıyla kurumsallaşmaktadır (Roediger III ve Wertsch 2008, Radstone ve Schwarz 2010).

Türkiye’de ise bellek çalışmaları çok yeni bir alan (Öztürkmen 2001/2002). 1980 sonrası toplumsal gelişmeler Türkiye’de yakın geçmişe olan ilgiyi yoğun bir şekilde artırdı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi toplumda onulmaz yaralar açtı. Siyasal baskı, küreselleşmenin etkisiyle birlikte kültürel ve öznel kimlik arayışlarını öne çıkardı (Gürbilek 1992). Yeni medya iletişim olanaklarını artırdı. Türkiye toplumu yakın tarihi, özellikle de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini ve Cumhuriyet’in kuruluş projesini tartışmaya başladı (Ersanlı 2003). Yakın tarihe olan yeni ilgi, unutulmuş veya unutturulmuş olan ve özellikle Hıristiyanlara, Yahudilere, Kürtlere ve Alevilere yönelik travmatik olayların gündeme gelerek yeniden değerlendirilmelerine neden oldu.

Bunların arasında Ermeni soykırımı, Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, 1934’teki Yahudilere yönelik Trakya olayları, Dersim 1937-38 (massacres of Alevi Kurds of Dersim in 1937-38), Yirmi kur’a ihtiyatlar (the conscription of non-Muslims into labor battalions during world war two), Varlık Vergisi (“wealth tax” of 1942-43 that targeted minorities) ve 6-7 Eylül 1955 olayları (pogroms against minorities during 6-7 September 1955) bulunmakta (Bali 1999). 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri, 1984’den günümüze PKK ile Türk ordusu arasında yaşanan çatışma ve gazeteci Hrant Dink’in 17 Ocak 2007’de öldürülmesi de toplumu derinden sarsan ve sürekli tartışılan olaylar.

Bugün Türkiye toplumu, siyasi ve kültürel duruşları ve dolayısıyla geçmişte yaşanmış olaylara dair anlatıları kısacası hafızaları çok farklı olan kesimlerden oluşuyor (Neyzi 2004).

Bellek çalışmaları, tarihin bireysel yaşanmışlıklar yoluyla yeniden gözden geçirilmesine olanak sağlar. Türkiye’de okullarda öğretilen tarih, toplumun yakın tarihte yaşadığı birçok olayı işlememektedir (Danacıoğlu 2001). Ulusal tarih anlatısına dahil edilen birçok olay ise farklı grup ve bireyler tarafından değişik biçimlerde yorumlanmaktadır. Bireylerin evde ve yerelde öğrendikleriyle kamusal alanda öğrendikleri arasında farklılıklar ve çelişkiler bulunmaktadır. Çeşitli korku ve çekinceler, aile içinde bile geçmişle ilgili deneyimlerin sessizleştirilmesi ve aktarılmamasıyla sonuçlanabilmektedir (Kırlı 2005). Bütün bunlar toplumun geçmişle ilişkisini bozmakta ve yaşam deneyimlerini yorumlama ve aktarma süreçlerini etkilerken içten bölünmüş, yoğun iç çatışmalar yaşayan özneler oluşturabilmektedir (Neyzi 2010).

Türkiye’de bellek çalışmaları alanında akademik araştırmalar ancak 1990’larda sözlü tarihle başladı. Üniversitelerde bu alandaki dersler farklı disiplinlerden akademisyenlerin girişimleriyle açılmaktadır. Bu konuda çalışan araştırmacıların çoğunluğunun kadın ve tarih dışı disiplinlerde eğitim görmüş olması (antropoloji, sosyoloji, edebiyat, folklor, toplumsal cinsiyet çalışmaları, kültürel çalışmalar gibi) dikkat çekicidir. Sözlü tarihçi ve folklorcü Arzu Öztürkmen, araştırmaları ve Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği derslerle sözlü tarih alanında öncü bir rol oynamıştır (Öztürkmen 2006). Türkiye’de sözlü tarihin tanınmasına katkıda bulunan Uluslararası Sözlü Tarih Derneği (IOHA) konferansı, Öztürkmen’in girişimi sonucunda 2000 yılında İstanbul’da yapıldı.

Türkiye’de sözlü tarih yöntemini kullanan sosyal bilimcilerin araştırdığı konular arasında toplumsal cinsiyet (Akal 2003), Cumhuriyet kuşağı (Akşit 2005), azınlıklar (Altınay ve Çetin 2009), devlet ve şiddet (Özgen 2003), toplumsal travma (Neyzi 2008), yerel tarih (Öztürkmen 2003), kentleşme ve fakirlik (Şenol Cantek 2003), göç ve sınıf ilişkileri (Erdoğan 2002),  ve etnik/dini kimlikler bulunmakta.

Sivil toplum alanında Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı sözlü tarihin tanınmasında önemli bir rol oynamıştır. 1990’ların başında bir sözlü tarih arşivi oluşturan vakıf, konferanslar düzenlemiş, yayınlar, sergiler, belgeseller yapmış ve sözlü tarih alanındaki sivil girişimleri desteklemiştir (Ahıska ve Yenal 2004). Zamanla sözlü tarih çalışmaları çoğalmış, birçok sivil toplum kuruluşu sözlü tarih projeleri başlatmıştır. Tarih Vakfı, Osmanlı Bankası Müzesi ve Anadolu Kültür gibi kuruluşlar sözlü tarih konusunda eğitimler düzenlemiştir.

Türkiye’de 1990’larda başlayan sözlü tarih araştırmaları, 2000’li yıllarda  bellek çalışmaları alanını da kapsamaya başladı.  Bellek konusunun kavramsal çerçevesinin çizilmesinde Meltem Ahıska’nın araştırmaları, düzenlediği konferanslar ve Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği dersler önemli bir rol oynadı.  Ahıska, Türkiye’de bellek bağlamında neredeyse hiç tartışılmamış olan tarih disiplini ve yöntemini eleştirel bir biçimde gündeme getirdi (Ahıska 2006). Ahıska’ya göre, Cumhuriyet Türkiyesi’nde arşivlerin önemsenmemesi gerçeğinin ardında geçmişle ilişkideki derin rahatsızlık yatmakta.

Antropolog Esra Özyürek, Cumhuriyet’e ve Osmanlı tarihine dair simgelerin farklı toplumsal ve siyasal hareketler tarafından nasıl kullanıldığını ve tüketildiğini inceleyerek bellek çalışmaları alanına katkıda bulundu (Özyürek 2001). Yael Navaro-Yashin de, popüler kültürde Atatürk mitolojisi üzerinde durarak toplumsal bellekteki merkezi yerini irdeledi (Navaro-Yashin 2002). Bellek çalışmaları alanındaki güncel araştırmalar sözlü tarih dışında edebiyat (Köroğlu 2007), otobiyografi (Adak 2007), medya (Suner 2006), mekân ( Mills 2010), mimari, kültürel miras (Cenker ve Thys-Şenocak 2008), anıtlar (Tekiner 2010), anma biçimleri (Öztürkmen 2001) gibi konuları kapsamakta.

1980li yıllardan itibaren Türkiye’de geçmişe ve kimliğe yönelik artan ilgi, anı, biyografi, otobiyografik roman, belgesel film ve televizyon dizisi gibi ürünlerin üretilme ve tüketilme sürecini tetiklemiş, sivil toplum kurumları ve akademisyenler de sözlü tarih ve bellek çalışmaları alanında projeler geliştirilmeye başlamışlardır. Çoğu genç akademisyenler tarafından kaleme alınan çalışmalar, yeni bir disiplinlerarası alan olan bellek çalışmalarının Türkiye’de de hızla gelişmekte olduğunu ve özgün yerel araştırmaların yapılmakta olduğunu gösteriyor. Bu çalışmaların desteklenmesi için üniversitelerde bellek çalışmaları alanında disiplinlerarası programların, araştırma projelerinin ve sözlü tarih arşivlerinin oluşturulması, tarih bölümlerinde daha eleştirel bir perspektifin gelişmesi ve akademisyenlerle sivil toplum ve kültürel miras alanında çalışanların birlikte projeler üretmesi Türkiye’de yakın geçmişin daha sağlıklı ve özgür bir ortamda araştırılabilmesi ve geçmişiyle yüzleşebilen demokratik bir toplumun oluşturulabilmesi için elzemdir.

*Bu sunum 17-18 Aralık 2011’da İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz  Anıtlar, Müzeler ve Anma Girişimleri: Türkiye ve Dünya Deneyimleri Atölyesinde yapıldı.