“Canavarlar var. Ama tehdit oluşturmak için sayıları oldukça az. Daha tehlikeli olan… Soru sormadan inanmaya ve harekete geçmeye hazır olan görevliler.
Primo Levi
20. yüzyılın bu büyük felaketlerini deneyimlemiş, bu felaketlerle hesaplaştığı düşünülen insanlığın yeniden ırkçılık, ayrımcılık, öteki düşmanlığı, faşizan uygulamaları esas alan bir otoriterleşme yoluna girmiş olmasının yarattığı hayal kırıklığı ve şaşkınlıkla yaşıyor ve bu durumla mücadele ediyoruz.
Dünya Savaşları, İspanya İç Savaşı, sömürgecilik ve bağımsızlık savaşları, askeri darbeler ve Yahudi Soykırımı gibi 20. yüzyılın büyük felaketlerinden sonra insan hakları ve demokratik değerlerin yükseldiği, otoriterliğin, ırkçılık ve ayrımcılığın gerilediği uzun bir dönem yaşadık. 21. yüzyılda dünyanın farklı bölgelerindeki ülkelerde darbeler yerine demokrasilerin seçilmiş liderler elinde nefes darlığı çekerek komaya girdiğine tanıklık ediyoruz.
Bu otoriterleşme eğilimi, artan ırkçılık ve ayrımcılıkla beraber 21. yüzyılda adı tam anlamıyla konmuş yeni bir gerçeklikle bizi karşı karşıya bıraktı. Hakikat’in algılanmasında ve kabul edilmesindeki farklılık. Yani ‘hakikat ötesi’’ dönem. Yani kamuoyunun şekillenmesinde nesnel gerçeklerin, duygulara ve kişisel inançlara hitap edilmesi kadar etkili olmadığı bir dönem. Bilim inkarcılığı… Hakikat’in tahrifatı ve bazen açıkça hedef alınması dayanaksız iddiaların egemenliğini doğurdu. Buna “yalanın egemenliği” de diyebiliriz. Bunun adalete yansıması ise olgusuz, kanıtsız suç tanımlamasını ve keyfi bir adalet anlayışını besledi.
Türkiye’de bu otoriterleşme döneminde ilk hedef hakikat ve adalet oldu. Toplumun en sesi duyulan kesimleri hedef alındı. Medya ve gazeteciler, sonra Barış Bildirisi nedeniyle akademisyenler ve en son da sivil toplum kuruluşları ve insan hakları örgütleri. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil; otoriter yönetimlerin sözcülerinin söylemleri ABD’den Rusya’ya, Türkiye’den Macaristan’a büyük bir benzerlik gösteriyor. Öyle ki bazen neyi hangisinin söylediğini ayırt etmek bile mümkün olmuyor.
İnsan hakları camiası, medya ve siyasi yöneticilerin karalamalarıyla; bir düşman hukuku anlayışıyla; keyfi soruşturma, gözaltı ve yargılamalarla; hukuki ve mali denetimlerle; antidemokratik yasa ve uygulamalarla ve terörle mücadele yasal çerçevesinin oldukça serbest ve geniş kullanımıyla baskı altına alınıyor, yok ediliyor. 2018 yılında Adalet Bakanlığı verilerine göre, Haziran ayı itibariyle hapishanelerdeki toplam insan sayısının (246 bin 426) beşte birine yakını (48 bin 924) terör suçlarından hüküm giymişti. Bir başka deyişle “suç” işlemiş her 5 insandan biri terörist!
Buna ülkemizde 2017 yılında terör suçlamasıyla soruşturulanların sayısının 500 bini aştığını eklersek tablo daha da anlaşılır olur.
Türkiye’nin en eski ve en güçlü insan hakları örgütlerinin üst düzey yöneticileri, üyeleri ve avukatlarının pek çoğunun kovuşturmaya uğradığı, yargılandığı ya da hüküm giydiği bir dönemde yaşıyoruz. Yüzlerce kişi sadece insan haklarını savunduğu için ağır baskıya uğruyor. Birden fazla sivil toplum temsilcisini hedef alan davaların örnekleri olarak Büyükada Davası’nı ve Osman Kavala’nın tutuklanmasına meşruiyet oluşturma adına açılan Gezi Davası’nı örnek göstermek mümkün. Barış Akademisyenlerinin davaları, aynı metne imza atmış akademisyenlerin her birinin nasıl oluyor da farklı sürelerde ceza aldığı sorusu havada asılı kalmakla beraber devam ediyor. Özgür Gündem ile dayanışma ifade ve basın özgürlüğünü savunmak adına birer günlük nöbetçi yayın yönetmeni olan 39 kişi aleyhine açılan davaların bir kısmı tamamlanıp cezaları kesildi, ama bazıları sürüyor – buna Danışma Kurulu üyelerinin yargılandığı dava dâhil. Barışı savunan Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyelerinin de cezaları kesildi. 3. Havalimanı’nda çalışma koşullarını protesto eden işçilerin ve sendika yöneticilerinin davası sürüyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’ne üye avukatların bir kısmına uzun hapis cezaları verildi ancak operasyonlar sürüyor. Türkiye’nin önde gelen insan hakları kurumları da bu muamelenin hedefleri arasında. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı barış akademisyeni olarak mahkûm edildi, Özgür Gündem’le dayanışma davası hala sürüyor. İnsan Hakları Derneği’nin genel merkez yöneticileri de dâhil olmak üzere onlarca yöneticisi ve avukatı soruşturma ve mahkeme baskısı altında.
İnsan hakları savunucuları, mesailerinin büyük bölümünü ya kendi davaları için ya da dayanışma amacıyla adliyelerde geçiriyor.
Bu nedenle Hafıza Merkezi, Eşit Haklar için İzleme Derneği ve Hollanda Helsinki Komitesi ile birlikte insan hakları savunucularının savunulması adlı bir program yürütüyor. Bu, maalesef bütün örgütlere yaşamayı sürdürebilmeleri için devletin dayatmış olduğu bir faaliyet alanı.
SessizKalma.org adıyla kullanıma açtığımız site de bu çalışmanın ürünlerinden biri.
Hedefimiz bu siteyle insan hakları savunucularına karşı yürütülen adli baskıları derlemek, süren davaların kolay takip edilmesini sağlamak, insan hakları savunucularından mağdur olanların kimler olduğunu duyurmak, bu alandaki baskılar kadar örgütsel ve toplu mücadelenin örneklerine yer verebilmek.
Sitede ayrıca baskıya uğrayan insan hakları savunucuları için uluslararası mekanizmalara dair bilgilere de yer vermeyi hedefliyoruz.
Bu sitedeki bilgileri belli başlı davalar kadar bireysel ihlallere de yer verecek şekilde geliştirmeyi hedefliyoruz.
Sitenin en kısa zamanda Türkiye’nin bir dönemine tanıklık eden, onu hafızalaştırmaya çalışan bir tarih belgesine dönüşmesi en büyük dileğimiz…