Cezasızlık, en yalın ifadeyle, yaşanan bir hak ihlalinin soruşturmasının, faillerinin bulunmasının, yargılanmasının ve cezalandırılmasının, suçtan mağdur olanların tazmin edilmesinin söz konusu olmamasıdır. Burada altı çizilen konu devletin sorumluluğudur.
Cezasızlık (impunity) kavramına dair uluslararası çalışmalar iki kutuplu dünyanın 1989’da sona ermesinin ardından ortaya çıktı. Kavram, devletin bizzat yarattığı veya göz yumduğu aktörler eliyle yahut devlet ve kurumlarının denetlenmemesi sonucu meydana gelmiş olan ağır ve sistematik hak ihlalleri ile ilişkili yaygın olarak kullanılıyor. İnsan hakları örgütleri, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşların bu konu üzerine araştırma ve izleme faaliyetlerinin bugün giderek hız kazandığını, kavramın tanım ve sınırlarının giderek genişlediğini görüyoruz.
Cezasızlık olgusunun tanımı ve amacına yönelik önde gelen iki referans belgede [1] cezasızlıkla mücadelenin dört temel amacı şöyle sıralanıyor:
Cezasızlık günümüzde her ne kadar kadına yönelik şiddet, iş kazaları, nefret suçları ve yolsuzluk gibi başlıklara kadar geniş bir yelpazede kullanılıyor olsa da, kavram uluslararası literatürde Avrupa Konseyi’nin dokuz başlıkta [2] topladığı “ağır ihlaller” bağlamında gündeme gelmiştir. Bu yüzden cezasızlıkla bağlantılı önemli kavramlardan biri “ağır ve ciddi insan hakkı ihlalleri”dir.
Bu ağır ihlaller yaygın veya sistematik bir biçimde veya bir çatışma bağlamında uygulanmış ise uluslararası bir suçun maddi unsurları haline geliyorlar ki, bu da bizi cezasızlığın diğer referans kavramı olan “uluslararası suçlara” getiriyor. Uluslararası suç kavramı, özellikle 2. Dünya Savaşı ve Holokost’un getirdiği yıkımın ardından, insan varlığının korunması için gerekli yükümlülüklerin ağır ve geniş çaplı ihlallerinin uluslararası hukukta cezai yaptırım gerektirmesi gerektiği düşüncesinden doğdu. Uluslararası suçlara dair bağlayıcı ilkeler 1998’de kabul edilen Roma Anlaşması’nda ve buna dayanarak kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce belirlenmiştir. Ayrıca özellikle Eski Yugoslayva Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin statü ve içtihatları ile bu suçların içerik ve tanımı gelişmeye devam etmektedir.
Roma Statüsü’nde tarif edilen dört temel suç tipi kategorisi soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarıdır.
İnsanlığa karşı işlenen suçlar nihai olarak 1998 yılında Roma Anlaşması ile kabul edilen ve 1 Temmuz 2002 yılında yürürlüğe giren Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nde tanımlanıyor. Aşağıda belirtilen fiillerin yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmesi durumunda insanlığa karşı suç tanımının unsurlarının gerçekleşmiş olacağı belirtiliyor. Bu fiiller sırasıyla:
5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nda insanlığa karşı suç ilk kez tanımlandı. Bu tanım insanlığa karşı suçun Roma Statüsü ve örfi hukuktaki çerçevesinden farklı olarak zorla kaybetme fiilini içermiyor:
“Aşağıdaki fiillerin, siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur:
Türkiye’de insan hakkı ihlallerinin cezasız kalmasının arkasında yatan temel dinamik, yargı uygulayıcılarının kendilerini, devleti ve dolayısıyla çoğu zaman kamu görevlisi olan failleri korumakla görevli görmeleri. Bu durum özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında getirilen ve kamuoyunda 1982 Anayasası olarak bilinen anayasanın ruhuyla yakından ilgili. Mevcut anayasa, devlet ve milleti ayrılmaz bir bütün olarak tanımlıyor ve temel insan haklarını devletin üstün çıkarlarının altına yerleştiriyor. Yargının devleti koruma refleksi, tam da bu yüzden, suçun sorumlularının doğrudan devlet memurları (bürokratlar, amirler askerler, polisler) veya devletin bağlantısını ima eden farklı gruplar olduğunda, üstelik bir de ihlallerin yaygın ve sistematik olduğu durumlarda, daha belirgin bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Cezasızlık politikası, Türkiye’de Hrant Dink, Rahip Santoro, Zirve Yayınevi cinayetleri gibi azınlık ve muhaliflere yönelik devlet bağlantılı suikastlardan, toplantı ve gösteri yürüyüşleri sırasında sivillere yönelik işlenen cinayetlere, kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımından yolsuzluğa, kadın ve nefret cinayetlerinden çocuklara yönelik suçlara, asker ölümlerine, iş cinayetlerine, Roboski ve Suruç katliamlarına kadar son derece geniş bir yelpazede tezahür ediyor.
Bu yelpaze içinde şüphesiz Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin temel barometrelerinden biri, 1990’lı yıllarda yaygın ve sistematik bir şekilde gerçekleştirilmiş olan ağır insan hakkı ihlallerinin cezalandırılması.
Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’in 2 Kasım Cezasızlıkla Mücadele Günü için hazırladığı broşürden faydalanılarak hazırlanmıştır. Broşürün tamamı için tıklayın.
[1] BM Genel Kurul, “Ağır uluslararası insan hakları hukuku ihlalleri ve ciddi uluslararası insancıl hukuk ihlalleri mağdurlarının çözüm ve tazminat hakkına dair temel prensipler ve kurallar” [Basic Principles and Guidelines on the Right to a Remedy and Reparation for Victims of Gross Violations of International Human Rights Law and Serious Violations of International Humanitarian Law] (60/147, A/60/509/Add.1, 21 Mart 2006); (Türkçe,İngilizce); ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, “ciddi insan hakları ihlalleri bakımından cezasızlığın sona erdirilmesine yönelik rehber ilkeler” [Guidelines of the Committee of Ministers of the Council of Europe on eradicating impunity for serious human rights violations] (1110. toplantı, 30 Mart 2011) (İngilizce).
[2] Avrupa Konseyi kurallarında ağır ihlaller şu biçimde sıralanmıştır: 1. Yargısız infazlar; 2. Yaşam veya sağlığı ciddi bir şekilde riske eden ihmaller; 3. Kolluk kuvvetleri, infaz koruma memurları veya diğer kamu görevlileri tarafından işkence veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele; 4. Zorla kaybetmeler; 5. İnsan kaçırma; 6. Kölelik, zorla çalıştırma veya insan ticareti; 7. Tecavüz (cinsel saldırı) veya cinsel taciz, 8. Aile içi şiddet bağlamında meydana gelen saldırılar sahil ciddi fiziksel saldırı; 9. Konut ve malvarlığını kasten yakma.