Ayhan Işık
Zorla kaybedilme vakalarının belgelemesi için 30 Ağustos – 6 Eylül arasında Cizre’de yaptığımız saha çalışmasının ekibinde yer alan Ayhan Işık izlenimlerini yazdı.
Cizre, havanın korkunç derecede sıcak olduğu, üç yanı küçük tepeciklerle ve Cudi ve Gabar’la çevrili, düzlük tarafı ise Suriye sınırına bakan çukur bir alanda yer alıyor. Yaklaşık 100 bin kişinin yaşadığı şehrin ortasından Dicle nehri geçiyor. Sistemli bir biçimde kentin üç tarafına da yerleştirilmiş askeri alanlar adeta çukurdaki bu şehri çevreleyerek avucuna almış.
Kentin sosyal hayatı Dicle nehri kenarındaki içkisiz çay bahçeleri ve kafelerde geçiyor. Sınırda olması hasebiyle bu küçük esnaf kentinde yoğun bir sınır ticareti yapılıyor. Ayrıca, hayvancılık ve tarım da, önceleri daha etkin olsa da, hâlâ kentin ekonomisinde bir yere sahip.
Cizre’deki zorla kaybetme vakalarını anlamlandırabilmek için 1988-93 yılları arasında yaşananlara bakmak gerekiyor. Bu dönemde PKK’nin siyasal faaliyetlerin neredeyse tüm hayatı kapladığı belirtiliyor.
1993’te Özal’ın ölümünden sonra Demirel’in Cumhurbaşkanı, Çiller’in Başbakan, ve Güreş’in Genelkurmay Başkanı olduğu yeni bir sürecin başlamasıyla, Cizre’deki iklim tamamen değişiyor. Devlet politikasının yereldeki temsilcileri Yüzbaşı Cemal Temizöz ve korucu başı Kamil Atağ ve PKK itirafçısı, korucu ve özel timden oluşan yaklaşık sekiz-on kişilik ekip eliyle adeta bir pilot bölge seçilen Cizre’de, ölüm ve kaybedilme bu döneme damgasını vuruyor.
Siyasi dengenin değişmesindeki en önemli etkenlerden birisi de PKK’ye yakın binlerce kişinin bu dönemde şehirden sürülmüş olması. 1993 yılında korucu başı Kamil Atağ’ın evinin PKK tarafından bombalandığını ve babasının öldürüldüğünü de belirtelim.
Kaybetme gibi bir yönteme devlet güçleri neden başvurur? Bu soruyu dolaylı veya dolaysız birçok kişiye sorduk. Çoğunun verdiği cevap bu pratikle kitlelerde korku ve hesap sorulmazlık hissinin yaratılmak istendiğiydi.
Kaybedilen kişinin akıbetine ilişkin belirsizlik kayıp yakınlarını adeta kahrediyor. Sürekli devam eden bir işkence hali onların ki. Hemen hemen görüştüğümüz tüm yakınlar “em hestiyê xwe dixwazin,” yani “kemiklerimizi istiyoruz,” dedi. Adalet, barış, veya özgürlük gibi alanlardaki diğer siyasi gelişmelerin hiçbirinin aileleri, yakınlarının kemiklerinin bulunması kadar rahatlatmayacağını ciddi biçimde tüm görüşmelerde hissettik.
Kaybetme iki şekilde yapılmış. Birinci yöntemde devlet görevlileri evleri basarak kişiyi gözaltına alıyor ve sonrasında o kişiden bir daha haber alınamıyor. İkinci yöntemde ise kişi ev dışındayken kaybediliyor. Aileler, devlet kurumlarına defalarca başvursa da “öyle biri yok,” denilerek geri gönderilmiş. İnsanların cesetleri ise helikopterden atmalar, ıssız kırsal yerlerde gömmeler, yakmalar, bazen de kent merkezine yakın bir yerde özensizce ve rastgele gömmelerle ortadan kaldırılmış. Aileler, yakınlarının çoğunlukla korucu başının evinin altında, askeri alanların bahçesinde veya Cizre’nin kuzeyindeki Hizbullahçıların egemen olduğu bir köyde gömüldüğüne inanıyor.
Kaybetmeleri gerçekleştiren ekibin hedef seçerken ne gibi kıstasları olduğunu tespit etmek ise oldukça zor. Kaybedilenlerin önemli bir kısmı Kürt hareketiyle bir biçimde temas halinde olan kişiler. Bazı kişilerin ise korucuların ekonomik çıkarları için kaybedildiği belirtiliyor. Temizöz ve Atağ’ın bu dönemde edindikleri büyük mal varlıklarının olduğu söyleniyor.
Ailelerin kaybedilme sonrası tutumlarını da ikiye ayırabiliriz. Bir grup aile hemen hemen tüm devlet kurumlarına, Baro’ya, İHD’ye, siyasi partilere ve ulaşabileceği diğer kurumlara ulaşıp yakınının akıbetini öğrenmeye çalışmış. İkinci grup ise hem avukat tutacak paralarının olmaması, hem de tehditlerden çekinmeleri nedeniyle yakınlarını bulmak için girişimde bulunmamış.
Ailelerin birçoğu avukatların konuyla yeterince ilgilenmediğini, hatta bazı avukatların AİHM’den kazandıkları tazminatları ailelere ya hiç vermediğini ya da küçük bir kısmını verdiğini iddia ediyor. Bu vahim iddiayı sohbet ettiğimiz ve mülakat yaptığımız birçok kişiden duyduk.
Kaybedilenlerin eşi ve çocukları çoğunlukla, Marmara, Ege ve Orta Anadolu illerine mevsimlik işçi olarak giderek geçiniyor. Ayrıca belediyenin gayet önemli bir çalışması da ailelerin gelir elde etmesine katkı sağlıyor: Yakınlarını kaybeden ailelerden genç kızlar belediyede zabıta olarak işe alınıyor. Ailelerin oturdukları evler ise adeta imece usulüyle yakın çevrenin desteğiyle inşa edilmiş.
Kayıp ailelerinin hemen hepsi siyaseten Kürt hareketine yakın. Özellikle 1993’ten sonra devlet güçlerinin Cizre’deki etkinliklerinin artması ve katliamların başlamasında PKK’yi de sorumlu görüyorlar. Buna birkaç aile vurgu yaparak “çekip gittiler, sonra da bu öldürülme ve kaybedilmeler başladı,” dedi. Bir nevi hareketin kendilerine o dönemde sırt çevirdiği yönünde bir inanç hâkim.
1990’larda durum böyleyken, 2000’lerde durum nasıl? Kaybedilen yakınını araştırmak isteyen kişiler sudan gerekçelerle cezaevlerine atılıyor… O vakitler ölüm ile korkutulurken, bu durum şimdilerde cezaevine atmak biçiminde vuku buluyor…
Yaşananların sonucu olarak bazı aileler çocuklarını ilkokula bile göndermiyor. Sebebini sorduğumuzda ise “neden göndereyim ki, bize verecekleri bir şey yok, hem kaybediyorlar hem gerçeği mi öğretecekler?” diyorlar. Mesela bir genç, on yedi yaşındaki kardeşinin altmış yıl ceza almasından sonra üniversite sınavına girmekten vazgeçmiş ve “bu devletin sisteminden beklentim ne olabilir ki,” diyor.
Önemli olan bir nokta da, kayıp yakınlarının aile içinden bir kişiye gayrı resmi olarak kayıp meselesiyle ilgili sorumlulukları yüklemesi. Bir nevi iş bölümü. Ailenin normalleşmesi açısından belki de herkesin kabul ettiği aile içi bir iş bölümü. Bu sorumluluğu genelde anneler almış.