Hafıza Merkezi olarak yürütmekte olduğumuz Adalet İyileştirir projesi ile 2000’li yıllarda Kürt meselesi bağlamında işlenen ağır insan hakları ihlallerinin özgün dinamik ve örüntülerini anlamaya çalışıyoruz. Somut odağımız, 2000-2015 yılları arasında Kürt çocuk ve gençlere yönelik işlenmiş yaşam hakkı ihlalleri. Amacımız, bu ihlallerin özellikle çocuk ve gençler üzerinde yarattığı şiddet sarmalına karşı, onarıcı adalet temelinde bütüncül bir yaklaşım geliştirmek. Bu amaç doğrultusunda, onarıcı adalet yaklaşımına dair farklı teorik ve uygulamalı yaklaşımları tartışmaya açmak için bir söyleşi serisi gerçekleştiriyoruz.
Serinin önceki söyleşileri için:
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü
Üçüncü söyleşimizi Kanada’nın Dalhousie Üniversitesi’nde Onarıcı Adalet Kürsüsü Başkanı olarak çalışan Prof. Dr. Jennifer Llewellyn ile gerçekleştirdik. Onarıcı adalet alanında uluslararası bir uzman olan Llewellyn, hükümetlere ve STK'lara danışmanlık yapmış ve Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu dahil olmak üzere birçok hükümete, projeye ve programa destek vermiştir. Llewellyn aynı zamanda Nova Scotia Çocuk Evi'ne yönelik dünyanın ilk onarıcı kamu soruşturmasının tasarım sürecini kolaylaştırdı ve soruşturma komiseri olarak görev yaptı. Bu alanda iki kitabın editörlüğünü yapmıştır: Being Relational: Reflections on Relational Theory and Health Law (UBC Press, 2011) ve Restorative Justice, Reconciliation and Peacebuilding (Oxford University Press, 2014). Bu söyleşide onarıcı adaletin anlamı ve etiğinin yanı sıra, cezasızlığın hakim olduğu ve hak ihlallerinin devam ettiği bağlamlarda onarıcı adalet yaklaşımlarının mümkün olup olmadığını tartıştık. Llewellyn ayrıca bize bir yatılı okulun çocuklarının maruz kaldıkları sistematik şiddet ve istismara karşı kurulan, onarıcı adalet ilkelerine dayananan Nova Scotia Evi kamu soruşturmasının örneğine değindi.
Onarıcı adaleti kısaca nasıl tanımlarsınız?
Bu tanım sorusuyla başlamak ve onarıcı adalet fikrinin anlamları üzerine düşünmek çok önemli. Onarıcı adaletin altında yatan temel anlayış ilişkisel bir adalet fikridir: Adaleti en temelde adil ilişkiler üzerinden anlamamız gerekir. Bu, adaletsizliklerle karşılaştığımızda ne gibi yükümlülüklerimiz olduğunu anlamamıza yardımcı olur.
İnsanlar genellikle onarıcı adaleti, sanki her şeyin adil ve iyi olduğu geçmişteki iyi ilişkileri geri tesis etmek anlamına geliyormuş gibi yanlış algılayabiliyor. Halbuki onarıcı adaleti, toplumumuzun, kurumlarımızın yapısına ve birbirimize yönelik karşılıklı özen ve ilgiye bağlılığa dair bir anlayış olarak değerlendirmek daha faydalı. İlişkilerimiz ne noktalarda adil değil? Birbirimize ne noktalarda zarar veriyoruz? Nelerin faydası olur? Adil toplumlar inşa edecek adaleti sağlamak için gerekli olan bağı ve anlayışı tesis edebilir miyiz?
Bu tanımlama, ağır insan hakları ihlalleri bağlamında ne ifade ediyor?
Büyük ölçekli toplumsal zararların ve adaletsizliklerin söz konusu olduğu bağlamlar, neyin adaletsiz olduğu, neyin doğru olduğu, adaletsizliğin neye benzediği ve nasıl hissettirdiği ve adaletin ne gerektirdiğine dair anlayışımızı açığa çıkarır ve pekiştirir.
Ağır insan hakları ihlallerini meydana getiren durumlara ve koşullara bakıp mesuliyetin bireyde arandığı, cezalandırıcı ya da liberal, bireyci Batı adalet sistemlerinin anlatacağı hikayeyi anlatamazsınız. Bireyleri toplumdan dışlıyor, cezalandırıyor, böylelikle terazinin dengesini yeniden sağladığımızı ve adaletin yerini bulduğunu düşünüyoruz. Eğer yaptığımız buysa, insanların birbiriyle ilişkilendiği ve birlikte yaşadığı durumlara ve koşullara dair hiçbir değişiklik yapmamış, geleceğe yönelik adaleti tesis etmemiş oluyoruz. Adil ilişkiler ve adil toplumlar için gerekli olan koşulları yaratmamış oluyoruz.
Ağır insan hakları ihlalleri salt kötü insanlarla, kötü bireylerle, canilerle ilgili değildir. İnsanların bu şekilde davranmasına olanak sağlayan, buna müsaade eden, bunu teşvik eden ve bunu gerektiren koşullar vardır. Kolektif bir bağlama koymadığımız sürece bireysel eylemleri ve sorumlulukları tam anlamıyla kavrayamayız. Onarıcı bir yaklaşım bütün bunların nasıl ilişkilendiğini anlamamızı gerektirir. Elbette bireysel sorumluluğu ele alıyoruz, ancak ağır insan hakları ihlalleriyle yüzleşirken karşılaşılan zorluk, hem bireyleri hesap vermeye çağıran hem de sebep oldukları zararı ve gelecekte daha adil ilişkiler kurulmasına nasıl katkılarda bulunabileceklerini anlamalarını sağlayan süreçler kurabilmektir.
Bir yandan farklı bir kesim insan dünyanın nasıl daha iyi bir yer olabileceğine dair raporlar hazırlarken, bahsettiğimiz süreçler sadece bireyin yargılanması ve uygun cezanın verilmesinden ibaret olamaz. Bu toplumda yaşamaya ve var olmaya devam edecek olan bireylerin katılımını ve bağlılığını teşvik etmeli ve desteklemeliyiz. Adalet, insanların, zarar ve adaletsizliklerin meydana gelmesine olanak veren koşulları anlamaya bireysel düzeyde katkıda bulunabilecekleri ve farklı bir toplum inşa edilebileceğine dair kolektif algının parçası olabilecekleri bir süreç gerektirir. Hakikat Komisyonları, toplumsal ve kolektif düzeyde faaliyet gösterirken, ne yaşandığına ve neyin farklı olması gerektiğine dair anlatının, hak ihlallerine karışan ve bu ihlallerden etkilenen kişiler tarafından eş zamanlı olarak benimsenmediği ve şekillendirilmediği durumlarda genellikle bu sorunla karşılaşırlar.
Bu yaklaşım, failler hesap vermeden ve cezasızlık sona ermeden adaletin sağlanamayacağını sıklıkla dile getiren mağdurların beklentilerine ne ölçüde cevap veriyor?
Mevcut bağlamda adalet, çoğunlukla hukuk sistemlerinin, hukuki ve resmi yapıların sundukları ile örtüşen şekilde anlaşılıyor. Devlet kurumları ağır insan hakları ihlallerine karıştığından, toplum ve özellikle de mağdurlar bu kurumlara olan güven ve inancını yitirmiş vaziyette. Kendilerini hem ulusal hem uluslararası düzeyde hayal kırıklığına uğratmış olan bu kurumların, adalete erişmenin tek yolu olduğu anlayışıyla baş başa kalmış durumdalar.
Eğer adaleti formel ve hukuki olarak tanımlar, ceza sistemiyle ilişkili ele alırsanız, o zaman elbette adaletin ölçüsü ne kadar ceza uygulandığı olacaktır. Mevcut Batı ceza adaleti anlatılarının ve kurumlarının ne kadar yaygın olduğu göz önüne alınınca, insanların adalet beklentisinin bununla şekillenmesi gayet anlaşılır bir durumdur. Çoğu zaman sunulan tek adalet biçimi buyken, insanları bu tarz bir adaleti talep etmemeleri gerektiğine ikna etme gayretinde olmamalıyız. Bunun yerine çabalarımızı, mağdurların kendilerini güvende hissetmek, gerçek anlamıyla duyulmak, güvenliklerinden endişe duymadıkları ya da kendilerinin veya sevdiklerinin yaşadıklarının fark yaratacağı bir gelecek tahayyül etmek için neye ihtiyaç duyduklarına dair diyaloglara katılmalarını desteklemeye odaklanmalıyız.
Geçmişi değiştiremeyiz; ancak geçmişten aldığımız dersleri ciddiye alarak mağdurlara ve zarar görmüş olanlara haysiyetini teslim etmek için bu durumun devam etmemesini, kendilerini güvende hissetmelerini ve zarardan ortaya çıkan ihtiyaçların karşılanmasını sağlamalıyız. Ağır insan hakları ihlalleri mağdurlarına adaletin neye benzediğini, nasıl hissettirdiğini, hukuki sistem dışından gelecek bir haklılığın aslında nasıl hissettireceğini sorduğunuzda, birçoğu başlarına gelen şeyin duyulmasını, anlaşılmasını, önemsenmesini ve bir fark yaratmasını istediğini ifade ediyor. Ne yazık ki, hukuki adalet fikri bu ihtiyaçların hiçbirini karşılamıyor ve mağdurlar, sistemin sunduğu en üst noktaya erişmeyi başarsalar dahi, çoğu zaman ciddi bir tatminsizlik yaşıyor, çünkü sistem aslında onların ihtiyaçlarına göre ayarlanmamış.
Bu süreçler devletlerin ve hükümetlerin gündemi üzerinden ilerlemediğinde, zarar gören ve kendini mağdur olarak tanımlayanlar arasında adaletin kendileri için ne gerektirdiğine dair farklı bir diyalog başlatma ihtimali doğuyor. Bu yaklaşım, bahsedilen vizyon ve ihtiyaçlar üzerine inşa edilen bir adalet yolu tasarlanmasını mümkün kılıyor. Aynı zamanda, faille mağdur arasındaki ayrımın oldukça muğlak olduğu ve şiddetin kuşaklararası döngüler halinde gerçekleştiği karmaşık geçmişlerle yüzleşmemize olanak sağlıyor.
Dolayısıyla, yüksek maliyetli bir araç olarak ceza adaleti yaptırımları ve cezalandırmalarına ne zaman başvurmamız gerektiğinin ayarını daha iyi yapmamız gerekiyor. Şu anda tüm adalet işini bu aracın yerine getireceğini düşünüyoruz, halbuki bunun doğru olduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yok. Bazı şeyleri yüksek maliyetle sağladığını biliyoruz. Genellikle bir süreliğine az sayıda insanı etkisiz bırakarak geçici güvenliğimizi sağlayabiliyor. Ancak, güven aşılamak ya da güveni sağlamak veya birlikte ilerlemeye yönelik taahhütleri oluşturmak için çok elverişli bir araç olduğu söylenemez. Kim olduğumuzu ve değerlerimizin temelinde yatanları sorgulayan ağır insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda, mahkemeler adalete dair toplumsal bir anlayış ve mutabakat inşa edemez. Acilen mağdurların da bu süreçte yer alacağı bir alan yaratmamız gerekiyor.
Bu süreçler devletten veya siyasi iktidarlardan herhangi bir destek almadan ilerleme kaydedebilir mi?
Elbette belli kaynaklara, belli bir örgütlenmeye ve belli bir kamu iradesine sahip olması açısından devlete güvenmek —şayet tüm bu unsurlar aynı anda sağlanabiliyorsa— faydalıdır. Ancak onarıcı adaletin nerede ve nasıl tesis edilmesi gerektiği, bu sürece kimlerin katkı sunması ve kimlerin sorumlu olması gerektiği düşünülürken işe devletin çıkarları ya da ihtiyaçlarıyla başlamak asla akıl karı değil.
Geçiş dönemi olmayan dönemlerde, insanlar çoğu zaman devletin bu sorumluluğu üstleneceği varsayımıyla devlete fazla güvenebiliyor. Böyle olunca da elimizde insanların gerçek anlamıyla deneyimlemediği ya da güvenmediği zayıf adalet sistemleriyle kalakalabiliriz. İnsanlar bu kurumlara güvenini kaybettiği anda, ailelerimizde, toplumlarımızda, okullarımızda, sağlık sistemlerimizde ortaya çıkması gereken bu tarz adil ilişkilere dair ortak bir bağlılık da kalmaz. Adalet anlayışımızı, hukuk sistemi güdümünde olmayacak, demokratik ve yurttaşlık temelinde bir katılım ve meşruiyet gözetmeyen çok fazla güce sahip profesyonel bir zümre tarafından yönlendirilmeyecek bir şekilde dönüştürmemiz gerekiyor.
Geçiş dönemi adaleti bağlamlarında ise, birbirimize güvenimizi yeniden inşa edemediğimiz sürece bu çalışmayı desteklemesi için kurumlarımıza da güvenemeyiz. Onarıcı adaletin adalet hakkında düşünmek için elverişli olduğu nokta tam da burasıdır. Onarıcı adalet, bu adalet çalışmasını devlet kurumlarının dışında ya da yanısıra yürütmemizin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Hatta, bir şekilde kurumların dışında var olmuyorsa bu çalışmaların kurumların içinde sağlıklı bir şekilde yürütülebileceğini düşünmüyorum.
Devlet bu çalışmaları desteklemediğinde ya da etkin olarak kösteklediğinde, kaynaklar açısından birçok zorluk ortaya çıkıyor; insanlar doğan riskler sebebiyle bu tür faaliyetlere katılmaktan kaçınabiliyor. Öte yandan, onarıcı adalet süreçlerinin illa ki makro-ulusal düzeyde yürütülmesi gerekmiyor. Bu süreçler, zarara sebep olmuş ya da zarardan etkilenmiş topluluklarda topluluk liderlerinin desteğiyle topluluk düzeyinde de gerçekleşebilir. Ölçeği ne olursa olsun, geçmişle yüzleşmenin anlamını kavramak önemli. Sadece geçmişe dair hesap verme fikri, bizi aslında güvende kılacak olanın, adaletin asıl gerektirdiğinin geleceğe nasıl ilerleyeceğimize dair bireysel ve kolektif sorumluluk olduğunu göz ardı eder. Geçmişin hesabı verilmeli, ancak sadece belirli kişileri sorumlu tutma uygulaması bu kişileri gelecekte adaleti tesis etmeye dair sorumluluk alma konusunda teşvik etmeyecektir. Geçiş dönemlerinin asıl zorlukları da bu noktada ortaya çıkar: Neye doğru ilerliyoruz? Neye geçiyoruz?
Daha önce, Kanada yerli yatılı okullarında yaşanan suistimallere yönelik Kanada Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu (TRC) ile, ayrıca gene aynı mevzuda yürütülen Nova Scotia Kamu Soruşturması’nda çalıştınız. Bize bu onarıcı adalet deneyimlerinden bahsedebilir misiniz?
TRC, hayatta kalanlar ve maruz kaldıkları suistimaller için adalet talep eden bir grup insan tarafından yürütülüyordu. TRC sadece kanıt ve hakikati tespit etmek ve toplamaktan ibaret bir oluşum değildi. Söz konusu hakikatin nasıl algılandığına, nasıl aktarıldığına da önem veren bir oluşumdu. Birbirimizle nasıl iletişim kuracağımızı bulmak, karşılıklı bağlılığımızı ve ortak sorumluluğumuzu anlamak da buna dahildi.
Nova Scotia Çocuk Evi Onarıcı Soruşturması’nın ise gene benzer bir amacı vardı ancak hayatta kalanların çok açıkça ifade ettiği şuydu ki TRC sürecinde olduğu gibi sadece öneri sunmakla kalmayacaklardı. Gerçekten onarıcı olan bir adalet sürecinin nasıl olması gerektiğini kendileri tasarlamak istediler. Bunun anlamı, insanlara birbirlerini tanımalarında, geçmişe dair bu ağır hakikatle birlikte mücadele etmelerinde ve tekrar etmenin önüne geçmek için birlikte planlamalar yapmalarında destek olmaktı. Bu, devlet kurumlarının yanı sıra bölgede eskiden yaşayanların da dahil olduğu karmaşık bir vakaydı, çünkü bu kurum ve toplum bağlamında bölge sakinleri arasında sistemik ırkçılık sorusunu gündeme getiren yatay şiddet de yoğundu.
Devletin dahil olmasından, onarıcı kamu soruşturmasından ve bu yolun neye benzeyeceğini tasarlamadan önce, ilk olarak bir araya gelip adaletin kendileri için nasıl göründüğü ve hissettireceği üzerine düşünmeye başladılar. Onlar için önemli olan kimsenin arkada bırakılmamasıydı. Bunun bir ışığa yolculuk olmasını, yani adaletin yaşananlara ışık tutmasını ve yaşananların tekrar etmemesi için gerekli koşulları yaratmasını, istediler. Bu fikri aktarmak için Sankofa sembolünü kullandılar. Sankofa, Afrika’ya özgü bir semboldür: Ayakları ileriye bakan ve gagasındaki yumurtayı tutmak için boynu geriye doğru eğilmiş bir kuştur ve işler yolunda gitmediğinde yapılması gerekenlere bağlılığı temsil eder. Yani onların adalet imgesi, bazen öğrenmesi ve anlaması zor olsa dahi önemli olanı toplamak için geriye bakma gerekliliğiydi, ancak geriye bakmanızın nedeni ileriye doğru uçmak için birlikte çalışıyor olmanızdı. Bu kuş, sadece birilerini suçlamak ve geçmişte kimin ne hata yaptığını ifade etmek için değil, bir fark yaratmak ve gelecek için bu kolektif ve bireysel sorumluluk duygusunu inşa edebilmek için de geçmişe uzanma hareketini temsil eder. Bu süreç esnasında hakikati anlatmak ve dinlemek açısından birçok imkan ortaya çıkmıştı; ancak bunlar daha geniş bir bağlamda ele alındı ve bu gerçekten umut verici bir deneyimdi.
▶Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog
▶Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü