Hafıza Merkezi olarak yürütmekte olduğumuz Adalet İyileştirir projesi ile 2000’li yıllarda Kürt meselesi bağlamında işlenen ağır insan hakları ihlallerinin özgün dinamik ve örüntülerini anlamaya çalışıyoruz. Bu çerçevede somut odağımız, 2000-2015 yılları arasında Kürt çocuk ve gençlere yönelik işlenmiş yaşam hakkı ihlalleri. Amacımız, bu ihlallerin özellikle çocuk ve gençler üzerinde yarattığı şiddet sarmalına karşı, onarıcı adalet temelinde bütüncül bir yaklaşım geliştirmek. Bu çerçevede, onarıcı adalet yaklaşımına dair farklı teorik ve uygulamalı yaklaşımları tartışmaya açmak hedefiyle yeni bir söyleşi serisine başlıyoruz.
İlk söyleşimizi, Nottingham Üniversitesi'nde kriminoloji dalında doçent olarak çalışan Dr. Kerry Clamp'la gerçekleştirdik. Doktora diplomasını Leeds Üniversitesi'nden alan Dr. Clamp'ın çalışmaları geçiş dönem adaleti bağlamında onarıcı adaletin uygulamalarına ve polisliğe odaklanıyor. Dr. Clamp’in yayınları arasında Restorative Justice in Transition (2014) ve Restorative Justice in Transitional Settings (2016, derleme) kitapları yer alıyor. Dr. Clamp aynı zamanda The International Journal of Restorative Justice başlıklı derginin de danışma kurulu üyesi. Kendisiyle bu söyleşide çatışma ve çatışma sonrası bağlamlarda onarıcı adaletin tanımları ve sınırları üzerine konuştuk. Dr. Clamp söyleşide farklı örneklerden yola çıkarak şiddet ve adaletsizliklerin yapısal boyutlarına odaklanan onarıcı diyalog kurma yöntemlerine değindi ve daha dayanıklı bir barış ortamı için bu diyaloğun önemini vurguladı.
Onarıcı adalet ile ilk ne zaman ilgilenmeye başladınız? Çatışma ve çatışma sonrası dönemler bağlamında onarıcı adalet ne ifade ediyor?
Onarıcı adalet ifadesiyle ilk karşılaşmam, Güney Afrika’da kriminoloji ve psikoloji alanlarında lisans eğitimimi sürdürürken olmuştu. O süreçte onarıcı adalet uzmanlığı eğitimi alma imkânı sunuluyordu. Ben bu imkânı değerlendirmedim çünkü o zamanlar adaletin sadece ceza adaleti üzerinden sağlanabileceğine inanıyordum. O zamandan bu yana onarıcı adaletin aktif bir savunucusu haline geldim, ancak bu kavramı çevreleyen retoriğe eleştirel yaklaşmaya devam ediyorum. Birtakım ana akım söylemlerde, özellikle de geçiş dönemi ve çatışma sonrası süreçlerde, onarıcı adalet kavramı, eğer affedersek ve ailelerimizi, sevdiklerimizi, toplumlarımızı parçalayan insanlara karşı kovuşturma veya cezalandırma yoluna gitmezsek, o zaman birlikte ilerleyeceğimiz ve çok daha güvenli, ortak bir geleceğe sahip olacağımız gibi gerçekleşmesi güç bir vaade dönüştü. Ne yazık ki gerçekte bu her zaman böyle olmuyor ve bu nedenle onarıcı adalet, cezasızlıkla yakından ilişkili hale geldi.
Çatışma ya da savaş geçmişi olan ülkelerde, onarıcı adalet genellikle üç farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki, ulus-inşası sürecinde ortaya çıkan kurumlarla ilişkili oluyor, çünkü geleceği geçmişte yaşananlardan ayırma çabası doğuyor. Onarıcı adalet bize bu noktada muazzam bir dil sunar ki bu dilin kökenleri dine dayanır; bağışlama, merhamet, af dileme, tövbe etme ya da pişmanlık duyma gibi kavramları kullanır. Onarıcı adalet bu şekilde uygulandığında, insanların bulunduğumuz yerden bu ulaşılması güç sonuçlara nasıl ulaşacağımızı yeterince anlamadan sonuçların kendisine odaklandıklarını düşünüyorum.
Onarıcı adalet aynı zamanda hükümetler tarafından, önceki rejim döneminde çatışma sürecinde ve toplumun belirli kesimleri üzerinde hakimiyet kurulmasında önemli roller oynayan kolluk kuvvetleri, adliyeler ve cezaevleri gibi devlet kurumlarını reforme etmek amacıyla da kullanılıyor. Onarıcı adaletin bu amaçla kullanılmasının sebebi suçla mücadelede daha demokratik ve kapsayıcı bir yaklaşıma geçişi işaret etmek. Güney Afrika, Çek Cumhuriyeti, Kuzey İrlanda ve Latin Amerika’daki bazı ülkeler gençlik adaleti mevzuatında onarıcı adalet ilkelerine ve/veya onarıcı adalet süreçlerine atıfta bulunur. Bu yaklaşım, onarıcı adaletin uluslararası ceza adaletinde uygulanışına benzer. Hükümetler, yasaları ihlal eden çocuklar için cezai olmayan tedbirlere daha sıcak bakar, çünkü çocuklar geleceğimizdir ve yetişkinlerin aksine çocuklar söz konusu olduğunda fazla cezalandırıcı olmamayı daha kabul edilebilir bulabiliriz.
Son olarak, özellikle topluluklar arası çatışma durumlarında ve devlet boşluğu bulunan topluluklarda, onarıcı adaletten oldukça fazla beslenen topluluk adaleti temelli mekanizmaların geliştiğine tanık oluyoruz.
Onarıcı adalete bu farklı yaklaşımların başlıca hedefleri ve karşılaştıkları zorluklar nelerdir?
Onarıcı adaletin bahsettiğim üç düzeyinde de karşımıza çıkan ortak payda, ilave zararın önlenmesi ve iletişimdir. İnsanların bir araya gelmelerine ve olayların kendisinden ziyade o aşamaya nasıl varıldığına odaklanarak yaşananlara dair konuşmalarına imkân verecek koşullar yaratmalıyız. Farklı kesimler arasındaki, ya da devletle çeşitli topluluklar arasındaki ilişkilerin kırılgan olduğu ülkelerde, daha kapsamlı olarak bizleri bu noktaya getiren tarihsellik ve bazı grupları “ötekileştiren” ya da yaftalayan anlatılara odaklanmalıyız.
Özellikle de ailelerini ya da çevrelerini kaybetmiş insanlarla konuşurken bu bariyerleri aşmak oldukça güç oluyor. Araştırmalar, mağdurların kendilerini haklı bulunmuş ya da onaylanmış hissetmediklerinde son derece cezalandırıcı olabildiğini gösteriyor. Öte yandan, faillerin ceza aldığı ya da cezaevine gönderildiği durumlarda, mağdurların kendilerini bekledikleri ölçüde iyi hissetmediklerini de görüyoruz. Bu da insanları onarıcı adalete yönlendiriyor.
Çoğunlukla insanlar onarıcı adaleti basit bir şekilde, failin özür dilemesi ve mağdurun affetmesi olarak algılıyor. Oysa bu tam olarak doğru değil; failin tamamen pişman olması gerekmediği gibi mağdurun da affedici olması gerekmiyor. Bunun bir örneğini, Kuzey İrlanda’da televizyonda yayınlanan, Desmond Tutu’nun gerçekleştirdiği bir röportaj serisini içeren ‘Facing the Truth’ [Gerçekle Yüzleşme] programında görmüştük. Bu röportajlardan birinde Tutu, genç bir kız ve kızın babasının ölümüne neden olan bombayı yerleştiren eski bir militanla görüşmüştü. Programda fail, kıza “Yaptığım şey için pişman değilim ama babanı kaybettiğin için üzgünüm” demişti. Bu durum, özellikle büyük ölçekli çatışmaların yaşandığı ve şiddet eylemlerinin topluluğa yönelik algılanan adaletsizlik nedeniyle gerçekleştirildiği coğrafyalarda daha da geçerli hale geliyor. Şiddet çoğu zaman başvurulan ilk çare değil, son çaredir.
Bu tür ortamlarda onarıcı adaleti hayata geçirmek oldukça zor ancak dünyanın dört bir yanında bunun örneklerini görüyoruz. Örneğin İspanya’da ETA ile, İtalya’da veya Polinezya’da farklı taraflardan ailelerin bir araya gelerek kayıplarına, acılarına ve yaşananların anlamsızlığına dair konuştukları pek çok örneğe sahibiz. Ortak bir insanlık duygusu geliştirmek bir hayli iyileştirici olabilir.
Farklı topluluklar arasında ya da failler ile mağdurlar arasında diyalog kurulmasını sağlayan yöntemler nelerdir?
Çoğu inisiyatif başlangıçta küçük ölçekte, insanların farklı topluluklarla bir araya gelerek birbiriyle sohbet etmesiyle başlar. İşe herkesi bir araya getirerek başlamak gerekmiyor, sadece öncüleri bulmanız gerekiyor: farklı topluluklardan gelen, deneyimleri hakkında konuşmaya teşne ama aynı zamanda başkalarının deneyimlerini dinlemeye ve aralarındaki ortak insanlığı bulmaya da meyilli olan kişilere erişmek gerekiyor.
Örneğin, şu anda bir barış sürecinden geçmekte olan Kolombiya’da şiddet hala sürüyor ve bazı insanlar buna dâhil olurken bazıları olmuyor. Mevcut barış sürecine ilişkin yapılan referandumda, halkın %50,2’si barış süreci aleyhine oy kullanırken %49,8’i lehte oy kullandı. İstatistiklere baktığınızda ilginç olarak, sürece karşı olanların çoğunlukla çatışmadan etkilenmeyen büyük kent kesimlerinde yaşadığını görüyorsunuz. Süreci destekleyenler ise ağırlıklı olarak gerilla çatışmalarından ve devletin askeri güçleri tarafından işlenen suçlardan en yoğun biçimde zarar gören kırsal kesimden oluşuyor.
Bu açılardan her zaman hassas davranmamız ve herkesin aynı şekilde hissetmeyebileceğinin farkında olmamız gerekiyor. Bazı şeyler duygusal açıdan tetikleyici olabilir, ortaya konulan bir öneriye karşı ciddi bir olumsuz tepkiye ya da muhalefete sebep olabilir. Bunu sağlamak için yüksek bütçelere ya da özel bir programa ihtiyaç yok; bu daha ziyade bir topluluktaki kilit kişileri tespit ederek onlarla yaşananların gerekçelerini ve sonuçlarını nasıl yorumladıklarına dair konuşmakla alakalı.
Daha önce onarıcı adalet soru kartlarını duymuş olabilirsiniz. Bu kartlarda mağdurlara yönelik ve faillere yönelik belirli sorular vardır. Bu sorular insanları zorlu konuşmalara çekmek açısından gerçekten faydalı olabiliyor, zira psikoloji teorisine dayandırılarak geliştirilmiş sorular. Bunlar, daha geniş, açık uçlu ve insanlara duygularını sormaktan kaçınan sorular. Bu sorular insanı konuşmaya çekiyor, duygularının zirvesine taşıyor ancak akabinde sohbetin doğal akışında rasyonel düzleme dönmelerine yardımcı oluyor. Diyalog kurarken bu soruları kullanmak insanların kendisini açmasına olanak sağlıyor, bir noktada savunmacı pozisyona geçmelerini önlüyor.
Bu diyalog ortamını yaratabilmek için öncelikle daha genel sorulara odaklanmak, bizzat zararın kendisiyle başlamaktan daha verimli oluyor. Tehdit ve zarardan bahsetmeye başlayıp insanların kendilerini tehdit altında hissetmemelerini bekleyemezsiniz. Diyaloğu tehditkâr olmayan bir yerden başlatmak ve ardından yaşanılan zarara geçmek daha akıllıca bir yaklaşımdır. Herkesin karşılaştığı zorluklar nelerdir? Nasıl bir toplumda yaşamayı tahayyül ediyoruz? Bu tahayyüle nasıl ulaşabiliriz? Bunlar farklı tartışma konularıdır ve herhangi bir grubu diyaloğa katılmaktan alıkoymazlar.
Çatışmalı bir durum söz konusu olduğunda, bu gerek geçiş dönemi adaleti gerek ceza adaleti bağlamında olsun, ortada her zaman bir mağdur ile bir fail vardır ve sürece müdahil olan herkes “biz” ve “onlar” olarak birbirinden ayrılır. Mevcut kavramlarıyla geçiş dönemi adaleti ve onarıcı adaletin sınırlılığı burada yatmaktadır, hele ki büyük ölçekli mağduriyetler söz konusu olduğunda. Bu düşünce yapısından uzaklaşmalı ve kasıtsız da olsa “yaftalayan” ve “ötekileştiren” bir dil kullandığımızın bilincinde olmalıyız.
Bahsettiğiniz bu onarıcı diyalog, adalet fikriyle hangi açılardan bağdaşıyor?
Adalet, ceza adaletinden ibaret değildir. Sosyal adalet, ilişkisel adalet gibi kapsayıcı ve insanları bir araya getiren çok daha kapsamlı adalet kavramlarımız var. Onarıcı adaletin bize sağladığı, her birimize haysiyetli ve saygılı davranılmasına imkân yaratmanın yanı sıra işler yolunda gitmediğinde daha fazla adaletsizlik yaratmak yerine bunların tekrar etmesinin olasılığını azaltan, haysiyet ve saygı içinde bu tarz açık diyaloglar kurulmasına imkân vermesidir.
Toplumlarımızda adaletsizliklerin nasıl meydana geldiği üzerine düşünmek için bir adım geri atmamız gerekiyor. Yapısal şiddeti, yani belirli kesimleri diğerlerinin gölgesinde bırakan, belirli kesimlerin neredeyse başarısızlığa mahkûm edilmesine yol açan şeyleri ele almamız gerekiyor. Bu adaletsizliğin eğitim sistemlerimizin, refah sistemlerimizin, ceza adaleti sistemlerimizin içine işlemiş olduğunu görüyoruz.
Uzlaşma gibi, birtakım belirli sonuçlar almaya odaklanmış süreçler işlemeyecektir. Barış süreci geçirmiş çatışmaların en az %50’sinin beş yıl içinde tekrar çatışma durumuna döndüğünü, neredeyse ilk ortaya çıktığından beri geçiş dönemi adaletinde “uzlaşma”nın yol gösterici bir kavram olduğunu biliyoruz. Bu, hangi ülkeyi, dini, kültürü ele alıyor olursak olalım, toplumlarımız hakkında farklı bir tartışma yürütmemiz gerektiği anlamına geliyor. Adaletsizlikleri neyin yarattığını, belirli görüşlere veya inançlara sahip kesimleri neyin ayrıştırdığını veya kutuplaştırdığını ve de belirli davranış biçimlerini tartışmaya açmamız gerekiyor.
Bazı bağlamlarda, örneğin Kuzey İrlanda ve Güney Afrika gibi örneklerde, insanlar toplumda eşit olma talebini barışçıl yöntemlerle sağlayamadığında silaha sarılmışlardır. Bu gibi durumlarda şiddet ortaya çıkar, ancak çoğu zaman bu şiddetin altında bir birey ya da topluluk olarak sahip olmanız gerektiğine inandığınız hakları güvence altına alma çabası yatar. Böyle anlarda bireyleri siyasi kimliklerinden ayrı aktörler olarak değerlendirmek çok güçtür. Eylemlerin ve davranışların toplumsal gerekçelerine değinmek gerekir. Ancak o zaman neyin yanlış gittiğini anlamlandırmak mümkündür. Bu sonuçları ve bu yıkımı doğuran koşullar nelerdi? Bu koşulların tekrar oluşma ihtimalini nasıl en aza indirgeyebiliriz? Eylemler bu koşulların bir sonucudur, dolayısıyla daha dayanıklı bir barış ortamı tesis etmek için altta yatan adaletsizlikler, tehditler, güvensizlikler ve önyargılarla mücadeleye odaklanmamız gerekiyor. Bu zorlu bir iş, ancak bunu sadece diyalog yoluyla gerçekleştirebilirsiniz.
Bize başarılı bir onarıcı adalet deneyimi örneği verebilir misiniz?
Coates ve meslektaşları tarafından kaleme alınan, Minnesota’da bir okulda gerçekleştirilen topluluk arabuluculuğu vakasını ele alan bir makaleden bahsetmek isterim.* Bir okulda yaşanan ırkçı olaylara karşı onarıcı bir müdahalede bulunuluyor. Yaptıkları şey, siyah çocukları hırpalayan beyaz kişi ya da grupları olayın tek muhatabı olarak almak değil. Yaklaşık 200 kişiden oluşan topluluğu bir araya getirerek, bu topluluk içinde beyaz bir birey, bir erkek, bir kadın, bir çocuk, beyaz olmayan bir birey olarak bulunmanın ne demek olduğu üzerine bir konuşma başlatıyorlar. Böylelikle konuyu daha geniş bir tartışma alanına taşıyarak süregelen davranış ve etkileşimleri dönüştürmeyi başarıyorlar. Bu toplulukta bulunmak sizin için ne ifade ediyor? Nasıl bir toplulukta yaşamak isterdiniz? İlginç bir şekilde, faillerin de mağdurların da söz konusu toplulukta yaşamaya dair deneyimlerinde benzerlikler olduğu ortaya çıkıyor. Her iki grup da kendini tehdit altında hissediyor ama aslında benzer şeyler talep ediyorlar. Bu tarz geniş kapsamlı tartışma alanları açtığımızda, birbirimizin içindeki ortak insanlığı fark etmek mümkün oluyor; bu bağları ve ilişkileri geliştirebiliriz.
Olası bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için şunu açıkça belirtmek isterim: Bahsi geçen davranışı ne maruz görüyorum ne de kabul edilebilir bir davranış olduğunu öne sürüyorum. Ayrıca, geçmişte yaşanmış olayları görmezden gelmemiz gerektiğini de savunmuyorum. Altını çizmek istediğim nokta, gerçek anlamıyla bir dönüşüm yaratmak, kalıcı barışı tesis etmek, adil ilişkiler kurmak istiyorsak farklı bir yaklaşım benimsememiz gerektiği. Mevcut yöntemlerimizin yetersiz olduğu ortada.
Onarıcı adaleti, en geniş tanımıyla, bu barışa ulaşmanın bir yolu olarak görüyorum. Onarıcı adalet yaklaşımı, herkesi, çözüme yönelik bir yol haritası çizmek ve toplumun kazananlar ve kaybedenler olarak amansızca bölünmesiyle sürdürülen anlamsız şiddet ve kayıp döngüsünü durdurmak için tüm paydaşlarca alınması gereken eylemlerin belirlenmesini amaçlayan bir diyaloğa dâhil olmaya davet ediyor. Nihayetinde, böyle bir bölünme, hepimiz için yalnızca kolektif bir kayba neden oluyor.
* Coates, Robert B., Mark S. Umbreit ve Betty Vos. “Responding to Hate Crimes through Restorative Justice Dialogue.” Contemporary Justice Review 9, no. 1 (2006): 7–21. doi:10.1080/10282580600564784.