Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
13.03.2025

Onarıcı Adalet Söyleşileri (6): Bir süreç olarak onarıcı adalet

<< TÜM HABERLER

 

Söyleşi: Esra Kılıç, Özlem Zıngıl

Onarıcı Adalet Söyleşileri” serisinin altıncısını, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. Turgut Tarhanlı ile gerçekleştirdik. Bu söyleşide, onarıcı adalet kavramını Türkiye bağlamında ele alarak, ceza adaleti ile ilişkisini ve toplumsal adalet arayışındaki rolünü tartıştık. Söyleşi boyunca, Türkiye’de yaşanmış ağır insan hakları ihlallerinin faili ya da mağduru olan tarafların bugün hayatta olmaması durumunda onarıcı adaletin nasıl bir perspektif sunabileceğini değerlendirdik. Ceza adaletinin zamanla olan ilişkisini ve bu sınırların onarıcı adalet mekanizmalarıyla nasıl aşılabileceğini konuştuk. Tarhanlı’nın “Hukuk ve Adalet Arasında Bugün ve Gelecek: Ermeni Sorununun Tartışılması Üzerine Bir Yaklaşım Önerisi” ve “Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Onarıcı Adalet Yaklaşımı” makaleleri üzerinden, adaletin zamanla ilişkisini ve hukuki hesaplaşmanın sınırlarını tartıştık. Ayrıca, geçmişle yüzleşme sürecinin henüz başlamadığı veya çatışmaların devam ettiği ülkelerde, onarıcı adaletin ceza adaletine nasıl bir alternatif veya tamamlayıcı model sunabileceğini ele aldık. Tarhanlı, bu çerçevede onarıcı adalet perspektifinin uygulamalarına dair iyi örnekler paylaşarak, bu yaklaşımın farklı bağlamlarda nasıl işleyebileceğini açıkladı.

Onarıcı adalet yaklaşımına yalnızca teorik olarak değil, farklı çalışmalarınız aracılığıyla pratikte de temas ediyorsunuz. Onarıcı adaleti nasıl tanımlarsınız?

Onarıcı adaletin, yaygın ve kurumsallaşmış ceza adaleti mekanizmalarından farkını vurgulamak önemli. Onarıcı adalet, temel olarak insan odaklı bir bakışı ön plana çıkaran bir yöntem. Peki, ceza adaleti insan odaklı değil mi? ‘Victim oriented’ (mağdur odaklı) olması beklenir. Evet, doğru. Ancak yargı mekanizması katı ve köşeli bir yapıya sahiptir. İspat yükümlülüğü, delillendirme, tanık beyanları gibi usul hukuku çerçevesinde şekillenen yargılama süreci, esas olarak devlet aygıtının yargı işlevinin bir parçası olarak işler.

Yıllar önce, Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Araştırma Merkezi olarak yaptığımız bir araştırmada, 1 ‘Yurttaş gözüyle yargıya baktığınız zaman ne görüyorsunuz’ sorusunu sormuştuk. Türkiye genelinde üç bin farklı kişiden gelen yanıtların ortak noktası, bireyin yargı mekanizması içinde tanınma ve görülme ihtiyacıydı.

'Peki, neyi önemsiyorsunuz?' dediğimizde, katılımcılar mealen şu yanıtları verdiler: 'Ben bir kişi olarak önemsenmek, görülmek istiyorum. Adliye kapısından girdiğim andan itibaren güvenlikle temasım, mübaşirlerin tavrı, hatta tuvaletlerin ve asansörlerin kullanımı bile adalet deneyiminin bir parçasıdır. Çünkü insan onuruna uygun bir süreç yaşamak, etkili bir yargı işlevinin temel koşuludur.' Bunu şöyle nitelendirdik: İnsanlar yargısal sürecin her aşamasında muhatap olarak alınmayı, tanınmayı bekliyor. Burada beklenen bir ‘sonuç adaleti’ değil, bir ‘süreç adaleti’dir."

Bir diğer örnek ise, 2010-2011 yıllarında anayasa değişikliği gündemdeyken farklı baroların düzenlediği toplantılardan birine katılmamla ilgili. Anadolu’daki bir baronun davetlisi olarak gittiğim bu toplantıda, hukukçu olmayan bir katılımcı ‘O anayasa metninde ben kendimi görmek istiyorum’ dedi. Çok yalın ama çok güçlü bir ifade. Ne demek istediğini anlayabiliyorsunuz, buradan birçok farklı çıkarım yapabilirsiniz. İnsanların, hukuki metinlerde, yargı süreçlerinde kendilerini görebilmeleri, varlıklarının tanınması gerekiyor. Bu, yargısal bir çözümde dahi aranması gereken bir modeldir. Ancak onarıcı adalet ile ceza adaleti mekanizmaları arasındaki fark burada da ortaya çıkıyor. Ceza adaletinin katı bir tarafı var.

Örneğin, Anayasa’nın 138. maddesi, yargıçlara ilişkin ‘Anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre karar verirler’ der. 2. Ben burada geçen ‘vicdani kanaat’ ifadesinin, mevzuat ve pozitif hukukun sınırlarının ötesinde, adaleti gerçekleştirme konusunda bir sorumluluk yüklediği düşüncesindeyim. 

Ceza Kanunu’nun 1. maddesi ise, kanunun amacını ortaya koyan bir maddedir. 3 ‘Kanunun amacı nedir?’ diye sorduğunuzda, burada çeşitli hukuki ve toplumsal değerlere atıfta bulunulduğunu görürüz. Öncelikle ‘insan hak ve özgürlükleri' gelir. Ardından kamu düzeni, suçun önlenmesi, çevrenin korunması gibi unsurlar vardır. İnsan haklarının öncelikli olarak vurgulanması bile, yargısal işleyiş açısından temel bir meseledir. Dolayısıyla, ceza adaleti perspektifi içinde dahi, insan hakları merkezli bir bakış açısını koruma ihtiyacı vardır. 

Ama öte yandan onarıcı adalet meselesinde bu iş daha da kabukları soyularak çıplak bir biçimde karşımıza gelir. Burada artık ‘failin kaybı, mağdurun kazancı’ gibi karşıt çıkarlar üzerinden bir denge kurmaktan ziyade, bir arada yaşama halinin kaybı, toplumsal iletişimin kaybı meselesi gündeme gelir. ‘Toplumsal iletişimin kaybı’ yalnızca bir iletişim problemi değil, aslında bir arada yaşama biçiminin çözülmesi anlamına gelir. Bu, büyük siyasi ve makro ölçekli davalar açısından olduğu kadar, daha bireysel ve adi suçlar bağlamında da ele alınabilecek bir meseledir.

Ancak yüzleşme her zaman sağaltıcı, rehabilite edici bir sonuç doğurmayabilir. Bu nedenle, onarıcı adalet süreci son derece nazik bir süreçtir. Hem mağdurun bu sürece yatkın ve hazır olması, hem de fail olarak görülen kişi ya da kesimlerin yapıcı katkı sağlayabilecek bir nedamet hali içinde bulunmaları gerekir. Ayrıca, bu sürecin sonunda nereye varılacağı da belirsizdir. İyi yürütülmeye ve yönetilmeye muhtaç bir süreçtir. 

Bu yüzden, metot olarak klasik yargı süreçleri gibi ‘başladı-bitti-ertelendi’ formatında işletilemez. Burada karşılıklı anlatıyı cesaretlendiren bir zemine ihtiyaç vardır. Bu noktada, geleneksel ve kültürel yöntemlerin devreye girebileceğini görüyoruz. Örneğin, Ruanda’daki Gaçaça Mahkemeleri buna önemli bir örnektir. 'Çimenler üzerinde adalet' anlamına gelen bu sistem, köy meydanlarında veya açık alanlarda, ağaçların altında, çember biçiminde toplanıp açık yürütülen, fail ve mağdurun doğrudan yüzleştiği bir yöntemdi. Biraz enformel bir akışı var. Ve o temas ettiğim iletişimin yeniden kurulabilmesi için de bilinçli bir çaba gösteriyorlar. Burada, onarıcı bir öz barındıran bir süreç görmek mümkün. Ruanda’da, soykırım sonrasındaki adalete erişim çabaları üç farklı mecra üzerinden yürütüldü: yerleşik yargı sistemi, BM tarafından kurulan Uluslararası Ruanda Ceza Mahkemesi ve Gaçaça Mahkemeleri. Ancak, sorunun büyüklüğü karşısında geleneksel yargı sistemleri tek başına yeterli olamadı.

Bu noktada, pratik bir kaygı da devreye giriyor. Cezaevlerinde, soykırım sorumlusu olduğu iddia edilen 150 bin kişinin bulunduğu söyleniyor ve bu mahkumlar aşırı kalabalık koğuşlarda tutuluyordu. Yargılama süreci yıllardır devam ediyordu; 1994'te gerçekleşen soykırımın ardından, 2000’li yılların ortalarına gelindiğinde bile davalar sonuçlanmamıştı. Bu nedenle, Gaçaça yöntemi devreye sokularak süreci hızlandırmaya ve adaleti erişilebilir kılmaya çalıştılar. Tabii ki bu karma bir çözüm; yalnızca adaletin sağlanması değil, aynı zamanda pratik zorunluluklar ve toplumsal dinamikler de bu yöntemin tercih edilmesinde etkili oldu.

Bu yöntemlere mutlaka başvurulması gerektiği için değil, ancak Ruanda örneğinde olduğu gibi, bir ortaklaşma zemini oluşturmak amacıyla geleneksel yöntemlerin de benimsenebileceğini düşünmek gerekir. İletişimin kurulması bağlamında, geleneksel dilin kullanılması ve yabancılık hissini azaltacak şekilde etkili hale getirilmesi, özellikle adalet sisteminin yetersiz kaldığı toplumlar açısından büyük önem taşımaktadır.

Dolayısıyla, onarıcı adalet yaklaşımı açısından büyük önem taşıyan 'mağdur odaklılık' kavramı ve mağdur-fail yüzleşmesi, yapısal bir konu olarak öne çıkıyor. Türkiye, bu konular üzerine fikri anlamda pek fazla çaba göstermedi. Ancak mağdurla ilgili başka bir gelişme yaşandı: ‘mağdur hakları’ kavramı. Bu doğrultuda, Adalet Bakanlığı bünyesinde Adli Destek ve Mağdur Hakları Daire Başkanlığı kuruldu; benzer yapılanmalar barolarda da oluşturuldu. Sistem tarafından mağdurun haklarının görünür olması elbette önemli. Ancak bu, onarıcı adalet perspektifinden bakıldığında mağdurun gerçekten görülmesi anlamına gelmiyor. Türkiye’deki uygulamada aslında politik bir yaklaşım söz konusu. İnsan haklarının korunmasına yönelik toplumsal savunular ve uluslararası ilişkilerin etkisiyle, uzun süre boyunca şüpheli veya sanık haklarının korunması daha öncelikli bir mesele olarak öne çıktı. Özellikle insan hakları ihlallerinin gündeme geldiği dönemlerde, sanık hakları—gözaltı süresi, avukat desteği gibi konular—kurulu düzen açısından bir huzursuzluk kaynağı haline geldi. Bu, uluslararası örneklerde de sıkça rastlanan bir siyasi tavır. Böyle dönemlerde, şüphelinin veya sanığın haklarının fazla ön plana çıkarıldığına dair bir rahatsızlık doğabiliyor. Bu durum, mağdur haklarına yönelik vurgunun artırılması yoluyla bir dengeleme çabası yaratabiliyor. Ancak bu yaklaşım, şüpheli veya sanık haklarının geri planda tutulmasına da yol açabilir. Bu dengenin nasıl kurulduğu ve hangi perspektifin öne çıkarıldığı, büyük ölçüde siyasi koşullara bağlı olarak şekilleniyor.

Önceki yanıtınızdan hareketle, yasaların mağduriyet tanımının politik bağlama göre şekillendiğini görüyoruz. Örgüt üyeliği veya belirli suçlardan ceza almış bir kişi, cezasını tamamlamış olsa bile hukuki ya da toplumsal olarak mağdur olarak tanınmıyor. Bir zamanlar ‘devlete karşı suç işlediği’ gerekçesiyle cezalandırılmış olmak, bireyin ilerleyen yıllarda da bu kimlikle anılmasına yol açabiliyor. Bahsettiğiniz kanunun formüle edilme sürecinde de, kimlerin bu haklardan yararlanabileceği konusunda benzer bir ayrım söz konusu."

"Ceza adaleti ve onarıcı adalet genellikle adli suçlar ve yargılama usulleri üzerinden ele alınıyor. Ancak insan hakları hukuku açısından baktığımızda, geçiş dönemi adaleti de önemli bir çerçeve sunuyor. Mekanizmaları bakımından onarıcı adalete benzeyen barışma, uzlaşma ve af gibi kavramlar bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Onarıcı adaletin, adalet arayışına yönelik daha kapsayıcı bir perspektif sunduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu tür yöntemlere başvuran modellerde, yerel karakteristikler büyük önem taşır. Ancak geçiş dönemi adaleti, yalnızca bir süreç değil, aynı zamanda bir dönüşümü ifade eder. Yani bir noktadan koparak başka bir aşamaya geçişin beklendiği bir dönemden bahsediyoruz. Bu geçişin nasıl gerçekleşeceği ise mekândan mekâna, vakadan vakaya değişebilir. Örneğin, İspanya'daki süreç farklıydı, Güney Amerika'da başka bir model benimsendi, Meksika'da ise bambaşka bir yol izlendi. 

Türkiye bağlamında ele aldığımızda, geçiş dönemi adaletinin yalnızca bireysel fail-mağdur ilişkisini aşan, daha kapsamlı bir toplumsal mesele olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, sürecin çok daha kapsayıcı bir politika çerçevesinde yürütülmesi gerekiyor. Örneğin, 2010’larda çözüm süreci başladığında, ‘Akil İnsanlar Heyetleri’ oluşturulmuştu. Bu heyetlerde yer alan kişilerden, kendi uzmanlıkları ve deneyimleri çerçevesinde katkı sunmaları bekleniyordu. Görüşmeler yaptılar, raporlar hazırladılar. Aynı dönemde, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları da benzer şekilde toplantılar düzenliyor, sivil izleme heyetlerinin nasıl yapılandırılabileceğine dair farklı öneriler ortaya koyuyordu.

Şimdi o yüzden geçiş dönemi adaleti meselesi, öncelikle ‘geçiş’ kavramının tanımlanmasıyla ilgili bir mesele. Nereye ya da neye doğru bir ‘geçiş’? Bugünün Türkiye’sinde geçiş denildiğinde, örneğin bunun aracı, enstrümanı Anayasa mı olacak? Ya da bugünlerde tekrar dillendirilen anayasa tartışmaları bir geçişe mi işaret ediyor? En azından bu konu, reel politika açısından bu şekilde açıklanabilir mi? Yani bir geçiş olabilir ama bunun iradesinin ortaya konulmasını mevcut kutuplaşma içerisinde nasıl sağlayabiliriz? 

1930’larda, Franco rejimi öncesinde yaşanan İspanyol İç Savaşı sırasındaki kayıplara ilişkin şikayetler, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin denetim organı olan İnsan Hakları Komitesi’ne taşınmıştı. İspanya’nın sözleşmeye taraf olmasıyla birlikte, bu konuda bir bireysel başvuru yapıldı. Ancak insan haklarını koruma mekanizmalarının 'onarıcı adalet' yaklaşımına mesafeli durduğunu görüyoruz. Bu bireysel başvuruda, İnsan Hakları Komitesi, ilgili talepleri ‘çok uzak bir geçmiş’ (very distant past) olarak nitelendirerek, bu tür eski vakalarla ilgilenemeyeceklerini belirtti. Komite ayrıca, söz konusu olayların ‘henüz modern anlamda insan hakları hukukunun konsolide edilmediği bir dönemde’ gerçekleştiğini ifade ederek, geçmişteki ihlallerin günümüz hukuk mekanizmaları çerçevesinde ele alınmasını sınırlayan bir yaklaşım benimsedi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de benzer bir yaklaşım benimseyebilir. Bunu vurgulamamın nedeni, insan hakları mekanizmalarının kendi işleyişi içinde, ana işlevleriyle çelişir gibi görünse de, ‘geçiş’ kavramının kapsamını sınırlayan ölçütler belirleyebilmesidir. Örneğin, İnsan Hakları Komitesi bu konuda 10 yıllık bir zaman dilimi sınırı öngörerek, ‘10 yıl geriye gidebiliriz; daha önceki vakalarla ilgilenemeyiz’ şeklinde bir tutum sergiledi. Bu tür sınırlamalar bize ne gösteriyor? Aslında, büyük mağduriyetler söz konusu olduğunda, özellikle geçiş dönemi adaleti gündeme geldiğinde, bu mekanizmalarla çok fazla ilerleme kaydetmenin her zaman mümkün olmadığını. Çünkü burada, ceza adaleti benzeri bir yaklaşım içinde, hukuki hakikatin belirlenmesine odaklanan bir süreç işletiliyor. Oysa onarıcı adalette, mesele yalnızca hukuki hakikatle sınırlı değildir; insanın, yani failin ve mağdurun, sürecin merkezinde yer alması esastır.

Uluslararası hukuka göre, bir olgu ancak gerçekleştiği dönemin hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirilir. Peki, bu perspektiften baktığımızda, geçmişte yaşanan ihlalleri bugüne taşıyabilir miyiz? İnsan hakları hukuku açısından, özellikle zorla kaybetmeler gibi vakalar için ‘süregelen ihlal’ testi bu geçişi mümkün kılabilir. Ancak yine de bazı sınırlamalar ortaya çıkabilir. Örneğin, hak sahibi kimdir? Aileler mi? Peki, aile nasıl tanımlanır? Bu tür sorular sorulabilir ve uluslararası hukuk bağlamında da tartışılmıştır. Ancak, bu meseleleri onarıcı adalet mekanizmasına taşıdığımızda, hukuki sınırlamalar dahilinde tartışmak zorunda değiliz. Onarıcı adalet yaklaşımı, süreci daha esnek hale getirebilir. O noktada, mağdurların ve yakınlarının acıları, karşılarındaki otoriteye karşı daha doğrudan ve hukuki kısıtlamalara tabi olmadan dile getirilebilir. Bu bağlamda, onarıcı adalet insan haklarının korunmasıyla bağlantılı bir perspektif sunarak, siyasi iradenin vücut bulmasına olanak sağlayan, tarafların daha serbest iletişim kurabileceği bir mecra oluşturabilir.

Bir çalışmanızda4 onarıcı adaletin, zaman aşımı gibi hukuki sınırlamalar nedeniyle ceza adaletine kıyasla daha işlevsel olabileceğini belirtiyorsunuz. Biz de bir süredir 90'lı yıllardaki ağır insan hakları ihlalleri bağlamında zamanaşımı sorunu üzerine çalışıyoruz. Özellikle bu bağlamı düşündüğümüzde, sizce zaman faktörü onarıcı adalet mekanizmalarının nasıl şekillenmesini gerektiriyor? Geçmişte yaşanmış ihlaller bağlamında onarıcı adalet yaklaşımının zamanla ilişkisini biraz daha açar mısınz?

Evet, bu doğru bir tespit. Çünkü benim bu düşüncemin aksine, hukukun yaklaşımı tam tersidir. Hukuk, tempus regit actum der; yani ‘zaman eylemi yönetir’. Ben özellikle tarafların bir araya gelip gelmemesinden ziyade, devletin bu konuya bakışında bir paradigma değişikliği yaratılıp yaratılamayacağını sorguluyorum. Makalemde ele aldığım gibi, Türkiye'nin 1915 Ermeni meselesine yaklaşımı büyük ölçüde denkleştirici (retributive) adalet temellidir. Türkiye, kendisini 'fail' olarak konumlandırmaya karşı adeta bir siper kazma stratejisi izledi. Ancak bu siper o kadar derinleşti ki, içinden çıkmak gitgide zorlaştı.

2012 yılında Ankara’da düzenlenen geniş katılımlı bir uzmanlar toplantısında, Türkiye’nin bu konuda bir paradigma değişikliğine ihtiyacı olduğunu ve sürece denkleştirici adalet yerine, onarıcı adalet perspektifinden yaklaşılması gerektiğini belirtmiştim. O yıllarda, minimal de olsa, bir değişim ortamı mevcuttu. Bazı resmi açıklamalarda, 'karşı tarafın acılarını da görüyoruz' şeklinde bir söylem değişikliği gözlemlenebiliyordu. Ancak, bu tür bir yaklaşımın sürdürülebilir hale gelmesi için daha kapsamlı bir dönüşüm gereklidir.

Andığınız makalemde, özellikle devletin üslubunun ve söylem tercihlerinin nasıl olması gerektiğine odaklandım. ‘Bu metot sadece büyük ölçekli davalarda değil, en basit vakalarda bile uygulanabiliyor, dolayısıyla burada da rahatlıkla uygulanabilir’ şeklinde bir yaklaşımın, politika dili açısından nasıl ele alınabileceğini ve bunun yöntemine ilişkin başlıkları ve karşılaştırmalarını ortaya koymaya çalıştım. Ancak bu bakış açısı, süreci ‘soykırımdır ya da değildir’ gibi kesin çizgilerle sınırlayan bir çerçeveyle ele almıyor. Böyle bir ayrım içine girmek, konunun özünü kaybettirir.

Burada mesele, tarihi hukukun normatif kuralları içinde okumaktan çok, olguları kendi bağlamında, gerçekliği içinde kavrayabilmekle ilgili. Zira kendimizi normatif tanımların içinde dar kalıplara sıkıştırdığımızda, insanı ve onun yaşadığı mağduriyeti görmek ve duymak da zorlaşıyor. Onarıcı adaletin temel vurgusu da, sadece hukuki normlara odaklanmak yerine, ‘bu normun şu maddesine kilitlenmeyin, insana bakın’ yaklaşımını benimsemektir. Bu da, ‘Biz neyi kaybettik? Toplumsal olarak bir arada yaşamayı nasıl örseledik ve yitirdik? Bunu yeniden inşa edebilir miyiz?’ sorularına odaklanan bir anlayışı beraberinde getirir.

Bu bakış açısı, bir üslup, söylem ve iletişim politikası olarak benimsenebilir. Ancak elbette, bu bir tedavi ya da mutlak bir çözüm reçetesi değildir. Burada asıl mesele, hak arayışlarında hep ön plana çıkan ‘tanınma’ ihtiyacıdır. Kişinin insan olarak, eşit haklara sahip, onurlu bir birey olarak tanınması meselesidir. Bu nedenle, geçmişte ve bugün yaşanan büyük mağduriyetlerin temelinde bir eşitlik kaybı olduğunu düşünüyorum. Aslında bu çabaların tümü, bir anlamda, eşitliği yeniden tesis etmeye yönelik girişimler olarak görülebilir. Peki, onarıcı adalet böyle bir eşitlik anlayışının güçlendirilmesine katkı sağlayabilir mi? Bu, hem siyasi hem de hukuki sonuçları olan ve dikkatle ele alınması gereken kritik bir sorudur.

Geçiş dönemi adaleti, genellikle toplumsal dönüşüm süreçlerine eşlik eden bir model olarak ele alınıyor. Ancak siyasi veya toplumsal olarak bir ‘geçişin’ yaşanmadığı, kutuplaşmanın derinleştiği ve diyalog kanallarının kapandığı bağlamlarda, sizce onarıcı adalet hangi işlevi görebilir? İhlalleri ve toplumsal meseleleri insan odaklı bir şekilde ele almak, kutuplaşmış toplumlarda anlamlı bir dönüşüm yaratabilir mi?

2010 Anayasa referandumuna giden dönemde, Özgürlükçü Anayasa Platformu şu öneriyi sunmuştu: ‘Anayasa olduğu yerde dursun. 12 Eylül diyorsunuz, o halde önce Anayasa’dan bağımsız olarak, 12 Eylül’ün ve getirdiği sistemin tahrip ettiği ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, siyasi örgütlenme özgürlüğü gibi temel alanlarda gerçekten demokratik bir atılım yapalım. Öncelikle düşünüp konuşabilelim ve eyleyebilelim.’ Bu yaklaşım, toplumun korkmadan, güven duyarak bir konuyu tartışabileceği bir atmosferin yaratılmasını öngörüyordu. Bir hukuk otoritesinin bunu ‘güven artırıcı önlemler’ olarak tanımladığını hatırlıyorum.

Çatışma çözümü kuramının temel bir ilkesi, hatta ‘altın kuralı’ olarak görülebilecek bir yaklaşım vardır: Eğer taraflardan biri, karşılıklı anlayış ve iletişime dayalı bir anlaşmaya yönelmek yerine, kendi çıkarları açısından daha etkili olabileceğini düşündüğü alternatif bir yol veya araca sahipse, genellikle uzlaşmaya dayalı süreçlerden uzak durmayı tercih eder.

Bu noktada, onarıcı adalet yaklaşımını güçlendiren ve toplumsal diyaloğu teşvik eden bir dilin önem taşıdığını düşünüyorum. Ancak, bunu yaparken onarıcı adaleti kesin bir reçete olarak sunmamak, yani ‘çözüm budur, mutlaka onarıcı adalet perspektifinden bakılmalıdır’ gibi mutlak bir çerçeve dayatmamak gerekir. Bunun yerine, yöntemin farklılığını belirginleştiren, içeriğini ve uygulanabilirliğini açıklayan bir iletişim politikası geliştirmek daha değerli olacaktır.

2013 tarihli ‘Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Onarıcı Adalet Yaklaşımı’ makalenizde, Türkiye’nin yüzyıllık tarihindeki insanlığa karşı işlenen suçlara dair onarıcı adalet perspektifinden öneriler sunmuştunuz. Bu bağlamda, onarıcı adaletin yalnızca büyük ölçekli insan hakları ihlalleri için değil, aynı zamanda sosyal adalet meseleleri ve daha küçük ölçekli suçlar için de önerildiğini görüyoruz. Örneğin, bir lisedeki disiplin cezası ya da yoksulluk kaynaklı suçlar gibi daha gündelik adalet sorunlarında da bu yaklaşımdan faydalanılabileceği ifade ediliyor. Sizce, onarıcı adaletin bu kadar geniş bir ölçeğe uygulanabilirliği konusunda hangi noktalar kritik? Konuşmanın başında verdiğiniz örnekler dışında, bu yaklaşımın başarılı şekilde uygulandığı örneklerden biri olarak hangi vakaları gösterebiliriz?

Birkaç örnek verilebilir ama öncelikle kişisel bir gözlemimi paylaşmak isterim. Çatışma süreçleriyle özellikle 1990’larda ilgilenme fırsatı buldum ve bu kapsamda Harvard Üniversitesi’nde, çatışma çözümü kuramının öncülerinden Prof. Roger Fisher’ın yönettiği Negotiation Project (Müzakere Projesi) programına katıldım. Biraz önce bahsettiğim, ‘eğer taraflardan biri iletişime açık bir sürece girmek yerine, kendi çıkarları açısından daha elverişli ve etkili bir alternatif yol görüyorsa, uzlaşmadan kaçınmayı tercih eder’ tezi de Fisher’ın çatışma çözümü yaklaşımının temel ilkelerinden biridir.

Program kapsamında Boston’daki bir devlet okuluna götürüldük. Ortaokul ve lise çağındaki öğrencilerle bir araya geldik ve onları dinledik. Okul, büyük ölçüde göçmen ailelerin çocuklarından oluşuyordu; Polonyalılar, Etiyopyalılar ve Somalililer arasında etnik olarak çeşitlilik gösteren bir öğrenci profili vardı. O çocukların bize anlattığı bir hikâye, küçük bir kişisel meselenin nasıl etnik bir çatışmaya dönüştüğünü gösteriyordu. Bir Polonyalı oğlan, bir kıza ilgi duyuyordu ancak kız Somalili bir çocukla arkadaşlık kurmayı tercih etmişti. Başlangıçta kişisel bir mesele olarak görünen bu durum, kısa sürede Afrikalılar ve Polonyalılar arasında bir etnik gerginliğe dönüşmüştü.

Harvard ekibi, bu öğrencilerle onarıcı adalet yöntemlerini paylaşarak süreci kurumsal bir çözüm mekanizmasına dönüştürdü. Çocuklar, en temel onarıcı adalet prensiplerini öğrenerek, öğretmenlerinin gözetiminde kendi aralarındaki sorunları çözme becerileri geliştirdiler. Faili ve mağduru bir araya getirebilmek, doğru soruları sormak, verilen yanıtları anlamlandırmak ve süreci diyalog yoluyla yönetmek gibi becerileri kazandılar. Öğrenciler, bu sürecin kendilerine nasıl yardımcı olduğunu ve çatışmaların tırmanmasını nasıl önlediklerini büyük bir gururla anlattılar. Muhtemelen bu deneyim, onların ilerleyen yıllarda toplumsal hayatta da daha yapıcı bir rol üstlenmelerini sağlayacak bir kazanım oldu.

Öte yandan, Amerika’daki hemen hemen tüm hukuk fakültelerinde çatışma çözümü merkezleri bulunur. Hukuk eğitiminin bir parçası olarak, yalnızca yasal düzenlemeler değil, ‘çatışma nasıl çözülür?’ sorusuna yönelik bir formasyon kazandırmak da önemsenir. Türkiye bağlamına dönecek olursak, ceza adaleti perspektifi içinde dahi yargının böyle bir insan odaklı ‘çözümleyici’ işlevden oldukça uzak olduğunu görüyoruz. Bu eksiklik yalnızca devlet politikalarıyla bağlantılı değil; toplumsal örgütlenme zemini üzerinden geliştirilecek çabalarla da desteklenmelidir.

Onarıcı adalet, mağduru görmek ve onu duyabilmekle başlar ancak, söylediğiniz gibi, bir ‘günah çıkarma’ ya da yalnızca tarafların birbirini anlamasıyla biten bir süreç değildir. Mağdur ve failin bir araya gelmesi, kaybolan iletişimi yeniden kurmanın bir yolu olabilir. Ancak bu yaklaşımın her bağlamda uygulanamayacağı ve çatışmanın boyutu, sosyal-kültürel ortam ve ekonomik faktörler gibi unsurların etkili olduğu da söyleniyor. Günümüzde kutuplaşma ve ayrışma derinleşirken, onarıcı adalet yaklaşımı sizce bir ortak zemine ulaşmak için işlevsel bir araç olabilir mi? Bu yaklaşım, ağır toplumsal bölünmelerin içinde, insanların bir arada yaşayabilmesi için nasıl bir perspektif sunabilir?

Onarıcı adalet bir süreçtir ve bu sürecin içinde yalnızca bir damla, başvurulabilecek araçlardan biri olarak görülmelidir. Ancak adalet anlayışımızda baskın olan eğilim, nihai bir sonuca odaklanmaktır. Bu yüzden, Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Araştırma Merkezi olarak yürüttüğümüz araştırmada ‘sonuç adaleti’ yerine ‘süreç adaleti’ kavramını vurgulamayı tercih ettik.

Toplumsal değişim çabalarının sonuçları bir günden diğerine gerçekleşmez. Örneğin, Kolombiya’da çatışmayı sona erdiren barış anlaşması bugün tam anlamıyla uygulanamıyor ve hâlâ silahlı mücadeleye dair sesler duyulabiliyor. Benzer bir durum, İrlanda’da da yaşandı. 1997’de imzalanan Hayırlı Cuma Anlaşması sonrasında, ‘Hakiki IRA’ gibi daha sert bir çizgide duran örgütler ortaya çıktı. Bu örnekler, politik süreçlerin doğrusal ve kesin sonuçlara ulaşmaktan çok, bir öğrenme süreci olarak görülmesi gerektiğini gösteriyor.

Bu öğrenme süreci, yalnızca maddi vakaları anlamakla sınırlı değil; yüzleşme ile birlikte, bir sonraki adımın nasıl şekilleneceğini tahayyül edebilmek ve ardından tasavvur edebilmektir. Önce tahayyül, sonra tasavvur. Bu açıdan bakıldığında, onarıcı adalet sürecinin ucu açık bir süreç olduğunu kabul etmek gerekir. Zamanla değişim ve uyarlama ihtiyacı doğabilir. Bu nedenle, başlangıçta benimsenen yönelime sadık kalmak ve sürecin sahiplenilmesi büyük önem taşır. Nereye varılacağı belki zaman içinde daha berrak hale gelecektir, ancak bu çabayı denemeye değer görüyorum.

Turgut Tarhanlı kimdir? 

2002- 2019 yıllarında Hukuk Fakültesi dekanlığı; 2000-2020 yıllarında İnsan Hakları Hukuku Araştırma Merkezi müdürlüğü yaptı. Lisansüstü programlarda, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku, İş Dünyası ve İnsan Hakları ve İnsan Hakları Aktivizmi derslerini veriyor. Harvard ve Princeton üniversitelerinde uyuşmazlıkların çözümü, müzakere, uluslararası suçlar ve onarıcı adalet konulu projelerde çalışan Tarhanlı iki kez New York Üniversitesi’nde konuk araştırmacı olarak bulundu. Yayımlanmış altı kitabı, Türkçe ve İngilizce makaleleri bulunmaktadır. 2001 yılında, Türkiye’deki mülteci hukuku çalışmaları nedeniyle BMMYK (UNHCR) Başkanı tarafından “Takdir Belgesi” ile ödüllendirildi. Birçok sivil toplum örgütünün kurucularından olan Tarhanlı, İstanbul Barosu üyesidir.

Onarıcı Adalet Söyleşileri

Hafıza Merkezi olarak yürütmekte olduğumuz "Adalet İyileştirir" projesiyle, 2000'li yıllarda Kürt meselesi bağlamında işlenen ağır insan hakları ihlallerinin özgün dinamiklerini anlamaya çalışıyoruz. Somut olarak odaklandığımız konu, 2000-2015 yılları arasında Kürt çocuklarına ve gençlerine yönelik yaşam hakkı ihlalleri. Amacımız, bu ihlallerin özellikle çocuklar ve gençler üzerinde yarattığı şiddet sarmalına karşı, onarıcı adalet temelli bir yaklaşım geliştirmek. Bu doğrultuda, onarıcı adalet yaklaşımına dair teorik ve uygulamalı farklı perspektifleri tartışmaya açmak için bir söyleşi serisi düzenliyoruz.

Serinin diğer söyleşileri için:

▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (3): Geçmişle yüzleşmek, daha adil toplumları inşa etmek
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (4): Adalet, hakikat ve hikaye anlatıcılığının gücü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (5): Onarıcı adaletin çocuk haklarıyla ilişkisi ve yerel yönetimlerin rolü

 

AB logo

Bu söyleşi Adalet İyileştirir projesi kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Hafıza Merkezi’ne aittir ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.

  • 1

     

    Adalet Gözet: Yargı Sistemi Üzerine Bir İnceleme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009 https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/tr/publication/23-adalet-gozet-yarg-sistemi-uzerine-bir-inceleme/  Yargıyla teması olmuş, teması olmamış, teması olmuş ama beraat etmiş veya mahkûm olmuş gibi çok farklı kategorilerde farklı gruplardan oluşan 3 bin kişiye sorulan sorarak yapılan bir araştırma.  

  • 2

    A. Mahkemelerin bağımsızlığı Madde 138 – Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler.”

  • 3

    Madde 1- (1) Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir. Kanunda, bu amacın gerçekleştirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları ile suçlar, ceza ve güvenlik tedbirlerinin türleri düzenlenmiştir.

  • 4

    “Hukuk ve Adalet Arasında Bugün ve Gelecek: Ermeni Sorununun Tartışılması Üzerine Bir Yaklaşım Önerisi” Uğur Alacakaptan’a Armağan 2, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008