Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
11.11.2024

Onarıcı Adalet Söyleşileri (4): Adalet, hakikat ve hikaye anlatıcılığının gücü

<< TÜM HABERLER

 

Söyleşi: Noémi Lévy-Aksu

Hafıza Merkezi olarak yürütmekte olduğumuz Adalet İyileştirir projesi ile 2000’li yıllarda Kürt meselesi bağlamında işlenen ağır insan hakları ihlallerinin özgün dinamik ve örüntülerini anlamaya çalışıyoruz. Somut odağımız, 2000-2015 yılları arasında Kürt çocuk ve gençlere yönelik işlenmiş yaşam hakkı ihlalleri. Amacımız, bu ihlallerin özellikle çocuk ve gençler üzerinde yarattığı şiddet sarmalına karşı, onarıcı adalet temelinde bütüncül bir yaklaşım geliştirmek. Bu amaç doğrultusunda, onarıcı adalet yaklaşımına dair farklı teorik ve uygulamalı yaklaşımları tartışmaya açmak için bir söyleşi serisi gerçekleştiriyoruz.

Serinin önceki söyleşileri için:

▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (3): Geçmişle yüzleşmek, daha adil toplumları inşa etmek

Serinin dördüncü söyleşisinde, 20 yılı aşkın süredir uluslararası insan hakları alanında çalışan Louis Bickford ile görüştük. McGill Üniversitesi’nden doktora derecesine sahip olan Bickford, 2001 yılında kurulan Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi’nin (International Center for Transitional Justice, ICTJ) kurucu üyelerinden. Columbia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Bickford, insan haklarını güçlendirmek amacıyla geçmişte yaşanmış şiddetlere dair anlatıları derlemek, analiz etmek ve yaygınlaştırmak üzere çeşitli örgütlerle ortaklık kuran Memria adlı sosyal girişimin kurucusu ve CEO’su. Bu söyleşide Bickford ile geçiş dönemi adaleti alanındaki dönüşümleri ve kendisinin onarıcı adalete dair görüşlerini ele aldık. Bosna, Kolombiya ve Ukrayna’dan örnekler sunan Bickford, hikaye anlatıcılığının adli kanıtın ötesine geçebilme ve daha kapsamlı anlatısal hakikatlere ışık tutma gücüne de dikkat çekti.

Uzun yıllardır geçiş dönemi adaleti üzerine çalışıyorsunuz. Sizce yıllar içinde bu alanda yaşanan başlıca dönüşümler nelerdir?

Ben yaklaşık 30 yıl önce bu alanda çalışmaya başladığımda, henüz geçiş dönemi adaleti diye bir terim yoktu ve onarıcı adalet daha ziyade ceza hukuku kapsamında ele alınıyordu. O zamandan bu yana, geçiş dönemi alanı oldukça ilerleme kaydetti ve çok değişiklik gösterdi; gittikçe daha kurumsal hale geldi. Ancak şunu unutmamak gerekir ki ilk zamanlarında bu, mağdur dernekleri ya da Arjantin’deki Hukuki ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (Centro de Estudios Legales y Sociales, CELS) gibi küçük ölçekli sivil toplum örgütleri tarafından yürütülen bir toplumsal hareketti. Sadece kurumlardan değil, kültürel bir değişim ve hafızadan da bahsediyorlardı.

İnsanlar hafıza ve hafızalaştırma alanlarının geçiş dönemi adaletinin yeni bir veçhesi olduğunu söylediğinde bu gerçeği yansıtmıyor, çünkü geçmişe dair kültürel anlatıların nasıl şekillendirildiği, tarihten nasıl bahsedildiği, kolektif hafızanın önemi ve mağdurların nasıl hatırlanması gerektiği gibi sorular en başından beri vardı. Belki bir bakıma değişen şey, bu ilk izleğin, hikaye anlatıcılığı ve kültürel üretimi de beraberinde getiren daha geniş bir şekilde kabul görmesi oldu. Anlatı kurma, tavır ve davranışları kültürel normlar üzerinden anlama ve kültürel normlar üzerinde nasıl etki bırakıldığı üzerine yeniden canlanan bir ilgi olduğunu düşünüyorum. Ancak bu alanda tiyatro, şiir veya edebiyat gibi kültürel üretimlerin rolünün henüz hak ettiği ilgiyi gördüğünü düşünmüyorum.

Kendi işlerinizde “onarıcı adalet” terimini pek kullanmıyorsunuz. Neden? Onarıcı yaklaşımlara inanıyor musunuz? 

Haklısınız, onarıcı adalet terimini pek kullanmıyorum. Bu terimle bir sorunum yok, sadece benim çalışmalarımda ya da düşüncemde büyük bir yer teşkil etmiyor. Adalet süreçlerinin birden çok amacı olduğunu düşünüyorum ve cezalandırmanın da bunlardan biri olduğu kanısındayım. Öte yandan, insanı cezalandırıcı adalete yönelten birtakım dürtüleri sorgulamak açısından onarıcı adalet fikrini anlamlı buluyorum. Yanlış yapan birinin cezalandırılmasını isteme dürtüsü çoğu zaman insan doğasına atfediliyor. Bu dürtüyü ben kendim de sıklıkla hissediyorum. Ancak, sözüm ona insan doğası sürekli dönüşmeye devam ediyor, bu dürtünün altında yatan gelenekleri sorgulamamız gerekiyor.

Elbette, korkunç şeyler yaşamış ve yaptırım talep eden mağdurlarla tartışmak oldukça zor. Ancak mağdurların hepsi bir değil, her birinin tepkisi aynı olmuyor. Mağdurların sadece yaptırım istediğini varsayarsanız belli bir yola girersiniz. Ancak, mağdurlardan ne istediklerini daha anlatısal düzeyde ifade etmelerini isterseniz, hiç beklemediğiniz ya da farklı cevaplar alabilirsiniz.

Ayrıca, cezalandırıcı adaletin ve geçiş dönemi adaletinin şu nihai sorudansa daha çok mekanizmalara odaklandığını düşünüyorum: Ulaşmak istenilen amaç nedir? Amacımız kalıcı bir caydırıcılık, barış, demokrasi ve empati sağlamak. Peki oraya nasıl ulaşırız? Eğer oraya nasıl ulaşacağınıza dair soğukkanlı bir analiz yaparsanız, temelde insanların rehabilite edilebileceği ve saygıyla yaklaşılan her bireyin işlevli bir vatandaş olacağı yaklaşımında olan Norveç ceza sistemine varırsınız. Norveç’te cezaevine geri dönme oranları asgari düzeydedir ve insanlar cezaevlerinde eğitim alır. Genel itibariyle insanlar cezaevinden çok daha iyi birer insan olarak çıkarlar.

Bundan birkaç yıl önce Memria adında hikaye anlatıcılığına adanmış bir platform kurdunuz. Hikaye anlatıcılığına ilginiz nereden kaynaklanıyor? Hikaye anlatıcılığı ile tanıklık arasında nasıl farklar görüyorsunuz? 

Son yıllarda hikaye anlatıcılığı giderek daha çok ilgimi çekmeye başladı. İnsanların direkt  kendi sesine ve tecrübelerine nasıl erişebiliriz? İnsanların sesleri genellikle reklamcılar, sinema yönetmenleri veya yazarlar gibi profesyonel hikaye anlatıcıları aracılığıyla aktarılıyor. İnsanların kendi deneyimlerini aktardığı ve bu anlatıların kamuya yansımasına olanak sağlayan bu tarz ilave bir yöntemle ilgilenmeye başladım.

Tanıklık ile hikaye anlatıcılığı arasındaki fark bir bakıma tarih ve hafıza arasındaki ayrıma benzer. Temel olarak, hikaye anlatıcılığı özneldir, insanların deneyimlerini aktarmasına dairdir, bir anlamda hikaye anlatıcılığında olgular hakikat açısından aslen daha az önem teşkil eder. Bence tanıklık, olgular ve kanıtlara çok daha bağımlı daha hukuki bir yöntemi, bir nevi adli hakikati çağrıştırıyor.

Hikaye anlatıcılığı yöntemine başvurduğunuzda muhatabınıza olgular üzerinden meydan okumazsınız. Dinleyici konumundasınızdır, bu daha derin bir hakikati dinlemek üzerinedir. Örneğin Rigoberta-Menchu tartışmasını ele alalım. Rigoberta-Menchu 20 yıl önce Nobel Barış Ödülü’nü kazanmış bir Guatemalalı. Kendi hikayesini anlatacağı bir projeye dahil olmuştu. Yazdığı kitap başlarda muazzam bir eser olarak övüldü; ancak yaklaşık 10 yıl sonra birileri eserin birçok tutarsızlık -ve hatta birtakım yalanlar- içerdiğini fark etti. Rigoberta-Menchu’nun buna cevabı “Ben kendi hikayemi anlattım, benim hatırladığım ve üzerine düşündüğüm şekli böyle,” oldu. Ampirik hakikat ile benim hikaye anlatıcılığına daha yakın bulduğum bu tür anlatısal hakikat arasındaki mücadele budur.

Bu anlatısal hakikat fikrini biraz daha açabilir misiniz?

Tabii ki temelde her zaman bir nevi adli bir hakikate ulaşmak istersiniz. Ancak bence hikaye anlatıcılığının gücü sorduğu soruların açık uçluluğunda yatıyor. Bunun klasik örneklerinden biri geçiş dönemi adaletine toplumsal cinsiyet lensinden bakmaktır. Örneğin Bosna’daysanız ve oradaki kadınlara “Kocanız savaş esnasında öldürüldü mü?” diye sorarsanız çok büyük olasılıkla çoğunun cevabı “Evet, 5 Ekim tarihinde öldürüldü,” gibi bir şey olacaktır. Fakat eğer “Savaşı nasıl deneyimlediniz?” diye sorarsanız, o vakit kendi yerlerinden edilmelerinden ya da hanenin geçimini sağlayan kişi öldürüldüğü için parasız kaldıklarından söz edebilirler; yani bambaşka bir deneyimi dile getirebilirler. Bu da kanıtsal yöntem kullandığınızda belki de ortaya çıkmayacak olan çatışmaya dair daha geniş bir hakikati ortaya çıkarır.

Bence daha geniş anlatısal hakikat fikri esasen birbiriyle örtüşen ya da birbirini destekleyen hikayelerin bir derlemesidir. Eğer bu hikayelerden yeterince edinirseniz, bu bir meta-anlatıya dönüşür.

Bununla birlikte, bu daha geniş deneyimsel ve öznel gerçekliğe dayalı hikayeyi göz ardı etmeden, tarihsel olguları anlatabilmek için kanıtların peşine düşmenin bir yolu var. Bunun en somut örneklerinden biri Kolombiya Hakikat Komisyonu’dur. Bu komisyon iki ana bölümden oluşuyordu: bunlardan biri hukuki tarihsel yöntemleri kullanarak adli hakikati belirleyen “tarihsel aydınlatma,” diğeri ise faillerden öne çıkmalarını ve kendi hikayelerini tüm yönleriyle anlatmalarını talep etmek gibi pek çok onarıcı adalet yaklaşımını benimseyen “toplumsal diyalog” idi.

Özel olarak anlamlı bulduğunuz hikaye anlatıcılığı projelerine birkaç örnek verebilir misiniz?

Kolombiya’da dört yıl süren bir projeyi yeni tamamladık. Viva Loz (Yaşayan Ses) adlı bu projede amaç, sadece mağdura odaklanmayan, çatışmaya dair topluluk odaklı hikayeleri derlemekti. Geçiş dönemi adaleti yaklaşımları çoğu zaman hafızayı mağdurun hafızasına indirgemeye meyillidir fakat toplumsal hareket önderleri veya insan hakları aktivistleri gibi farklı aktörlerin hafızaları da benim oldukça ilgimi çekiyor. Bu proje için yerel topluluğun hikaye anlatıcılarının peşine düştük ki bunlar çoğunlukla bu topluluklardaki genç radyo programcılarıydı. Proje kapsamında ülkenin dört bir yanındaki yerel radyo kanallarında yayınlanmak üzere 400 parça oluşturdular. Dirence, direnişe, güçlenmeye dair gerçekten insanileştirici küçük hikayelerin peşindeydik.

Ukrayna’da da benzer bir proje üzerinde çalışmıştım. Rusların işgalin ilk zamanlarında yerel halkı 5-6 hafta süreliğine bodrumlara kapattığı bir köye gitmiştik. İnsanlara yeterli gıda verilmemişti ve hijyen sıkıntıları vardı. Bazıları ölmüş, diğerleri hastalanmıştı. Bu bir savaş suçuydu. Bu bölgeye gittik ve orada hayatta kalanlarla konuştuk; bize bir müze kurma isteklerinden bahsettiler. Sohbetimiz esnasında onlardan amaçlarını somut bir şekilde ifade etmelerini rica ettim, ancak bu soruya “Dünyaya göstermemiz lazım,” “Rusların ne kadar kötü olduğunu dünyaya göstermek için,” gibi cevapların dışında ilk anda gerçek bir cevapları yoktu. Kendilerine hayatta kalmalarına yardımcı olan muazzam dayanışmayı, direnci ve sevgiyi de göstermek isteyip istemediklerini sorduğumda beni onayladılar. Bir hikayenin iki yönünü birlikte göstermenin yollarını bulmalıyız. 

Bunlar üzerinde çalıştığımız proje çeşitlerinden bazıları ve bence hikaye anlatıcılığı yöntemi bu noktalarda insanı özgürleştiriyor. Sadece suç ve şiddettense direnç, dayanışma, sevgi veya direniş hakkında sorular sormaya imkan sağlıyor.
 


▶Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog 
▶Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü
▶Onarıcı Adalet Söyleşileri (3): Geçmişle yüzleşmek, daha adil toplumları inşa etmek