Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
10.09.2018

2018 Hrant Dink Ödülü'nü alan eş direktörümüz Murat Çelikkan'ın ödül konuşması

<< TÜM HABERLER

2018 Hrant Dink Ödülleri Hafıza Merkezi eş-direktörü Murat Çelikkan ile Yemenli insan hakları kuruluşu Mwatana for Human Rights‘a verildi. Bu yıl 10’uncusu düzenlenen ödül Hrant Dink’in anısını ve mirasını yaşatmak için her yıl ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişilere veriliyor.

Çok çok teşekkür ederim… Bu, bu sene aldığım ikinci ödül.

İnsan 60 yaşında olduğuna bakılmaksızın ehlileştirilmek için hapse atılınca çok ödül alıyor galiba. 20’li yaşlarımdaki mahpusluk serüvenlerim için kimse bana ödül vermedi. Kimseye de verilmiyor. Tabii, 60 yaşında hâlâ hapse girmeye devam ediyorsanız, bu artık uslanmamışlığınızın da, ehlileşmeyeceğinizin de göstergesi oluyor.

Şaka bir yana, gerçekten çok teşekkür ediyorum. Bu hayatta almaktan en çok onur duyduğum, almayı en çok isteyeceğim ödül. Bunun tek nedeni var: Hrant Dink Ödülü olması.

Bu onur sadece Hrant’ı tanımış olmaktan, onunla birlikte çalışmış olmaktan kaynaklanmıyor. Bu isim, aynen insan hakları mücadelesi gibi, size sonu gelmez bir misyon yüklüyor. Öyle ya, Hrant’ın 2007 yılında öldürülmesinden bu yana 11 yıl geçti, failler hâlâ yargılanıyor. Avukatlarının tüm çabalarına karşın gerçek faillerin tümünün ortaya çıkmasından daha hâlâ uzak bir noktadayız. Diyelim ki bu oldu. Tüm hakikat ortaya çıkmış oluyor mu? Ardından Türkiye’nin katliamlar, komplolar, suikastlar, toplu kıyımlar, bombalar, bombalar, bombalarla tanımlanacak, aslında sıfatsızca devletin ta kendisi olan derin devlet yapısını ortaya çıkarmak, bunu mahkûm etmek gibi bir devam misyonu var. Bitmedi! Türkiye’de azınlık olarak yaşamanın ve katledilmenin hesabı var. Ermeni Soykırımı var, Türk olarak artık neredeyse gündelik hayatımızın bir parçası haline getirilen gündelik ırkçılık ve ayrımcılık var. Türkiye’de ilkokullarda okutulan alfabelere ‘Ayşe topu Agop’a at’ yazdırmak var.

Tabii ki, Hrant Dink isminin Türkiye’deki hak mücadelesiyle özleşmesi tesadüf değil.
“Bugün aldığım ödül iyi bir insanın adını taşıyor. Bugün aldığım ödül öldürülmüş bir insanın adını taşıyor.”

Yürekten katıldığım bu niteleme Ahmet Altan’a ait. 2011 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü kabul konuşmasından.

Ahmet Altan, 10 Eylül 2016 yılından bu yana hapiste!

2012’de ödülü alan İsmail Beşikçi zaten hapis kontenjanını bir insanı ve bir ömrü çok aşacak şekilde doldurmuştu.

2013 ödülünün sahibi Cumartesi Anneleri, İçişleri Bakanı’nın hedef göstermesinden sonra 700 haftadır sürdürdükleri hakikat ve adalet arayışlarını gözaltına alınarak, tartaklanarak, yasaklanarak ve kriminalize edilerek sürdürmeye çalışıyor.

Diğer ödül sahiplerine gelince…

Şebnem Korur Fincancı, ödülü aldıktan sonra, benim gibi Özgür Gündem’le dayanıştığı için cezaevine girdi, neyse ki çıktı.

KAOS GL. Ankara’da LGBTİ+’nin her türlü eylem ve etkinliği yasak… Yıllardır geniş katılımla yapılan ve emniyet güçlerinin varlığına rağmen hiçbir olay çıkmadan tamamlanan onur yürüyüşleri artık yapılamıyor. KAOS GL’nin kurucularından Ali Erol’un bir hafta gözaltında tutulduğunu ve hâlâ adli kontrolle dışarda olduğunu da eklemeliyim.

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi 2015’te katledildi. Baro, başkanları Tahir Elçi için adalet mücadelesini sürdürüyor, bu ve benzeri cinayetlerde Türkiye’nin geçerli kuralı olan cezasızlık zırhını delmeye çalışıyor, hâlâ abluka altında olan Sur için çabaları hakeza…

Hepimizin gözünün sürmesi olan Eren Keskin, yüzbinlerce liralık cezanın yanı sıra yüzlerce yıl hapis cezasıyla karşı karşıya.

Yani, hapse girip ödül alanlar ve ödül alıp hapse girenler topluluğu olduğumuz söylenebilir. Ve ödüller ne kadar isabetliymiş denebilir.

Ama bu durum dünyada ve Türkiye’de, bir hastalık olan milliyetçiliğin, faşizm ve ırkçılık uygulamalarının giderek artmasıyla bağlantılı.

20. yüzyılda, soykırımlar, dünya savaşlarının pişmanlığıyla itibar kazanan insan hakları ve demokrasi, 21. yüzyılla birlikte bu itibarını kaybetmiş görünüyor. Savaşlar, savaşların ve yoksulluğun yol açtığı göçler, Batı dünyasında artan zenofobi, yabancı düşmanlığıyla birlikte geleneksel olarak dünyanın doğusuna atfedilen, halbuki kaynağı Avrupa olan otoriter, milliyetçi ve ırkçı, farklılıklara tahammülsüz rejimler, dünyanın doğusunda olduğu kadar batısında da sıklıkla görülüyor. Yönettikleri toplumları tektipleştirmeye çalışan faşizan, otokratik yönetimler demokratik siyasetin ve insan haklarının yeşerip büyüdüğü sivil alanı da giderek daraltıyor, boğuyor. Bu ortamda siyaset de imkânsızlaşıyor.

Aynen Türkiye’de de olduğu gibi… Bu uygulamalar karşısında güvencemiz olması gereken adalet kurumları da şirazesinden çıkmış vaziyette. Devlet karşısında bireyin korunmasını sağlayacak mekanizmalar birer birer yıkılıyor.
Her insani, demokratik, barışçıl talebin kriminalize edilmeye çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Adalet gibi hakikat de tahakküm altına alınıyor. Hakikatin gücünden bahsetmek zorlaşıyor. Hakikatin değil inançların gücünden bahsetmekse kolaylaşıyor. Gücü elinde tutanların inanılmasını istediklerinin egemen olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz. Hakikati artık toplumun inanmasını istediklerini kabul ettirme gücüne sahip olanlar belirliyor. Adalet de aynen bu güce tabi olarak işliyor, yani işlemiyor.

Ancak bu olumsuzluğa rağmen hakikatin peşinde koşanlar yok değil. Tükenmiyorlar. Ne toplumsal hafızanın egemenlerin belirlediği şekilde oluşmasına, ne adaletin yönetenlerin kırbacı gibi işlemesine, ne de hakikatin engellenmesine izin veriyorlar. Onlar, işleri ve meslekleri ne olursa olsun, insan hakları savunucuları. Bugün buradayım, çünkü birileri her gün bir başvuru olabilir diye bir İnsan Hakları Derneği şubesinde nöbet tutuyor. Bugün buradayım, çünkü birileri gözaltına alındığında karakol veya emniyet kapısına giden avukatlar var. İnsanlar ölmesin diye imza veren akademisyenler, tüm baskı ve engellemelere, yasaklamaya karşın onur yürüyüşü için toplananlar, Cumartesi İnsanları’na İstanbul’da, Diyarbakır’da, Cizre’de, Batman’da destek vermeye gidenler… Onların haberlerini yazanlar, ihlallerin çetelesini tutan, adalet arayan, hesap sormaya çalışanlar. Milliyetçilik adı verilen kitle bencilliğini reddedenler. Zamanın ruhuna direnenler… Kötülüğün yaygınlaşan sıradanlığına teslim olmayıp, vicdanının sesini dinleyenler var.

Buradayım, çünkü bu kan ve ölüm politikasına karşı sivil ölüme mahkûm edilseler de barış için sesini yükselten insanlar var.

Bugün burada olmayı ve bu ödülü almayı onlara borçluyum. Leman Yurtsever’lere, Gülseren Yoleri’lere, Raci Bilici’lere, Filiz Karakuş’lara, Sevim Salihoğlu’lara, Ümit Biçer’lere, onlara ve onlar gibi yüzlerce, binlerce insana…

İnsan hakları mücadelesini yaşamları yapanlara…

Bu kolektif mücadelenin bir sonucu olan bu ödülü, Hafıza Merkezi’ndeki tüm çalışma arkadaşlarımla, birlikte en uzun süre yol kat ettiğim Emel Ataktürk Sevimli’yle, işte eş direktörüm, evde de direktörüm olan Meltem Aslan’la, mahkemesiz ve iddianamesiz cezaevinde tutulan arkadaşım Osman Kavala’yla ve hak mücadelesi nedeniyle cezaevinde olan herkesle paylaşıyorum.

Bu ödülün bana iyi bir insan olduğum için verildiğine inanmak istiyorum.

Bugün sadece Türkiye’de değil dünyada da umutsuzluğa umut olacak meşaleyi yakacak olan, insan hakları hareketidir. “Her şeyin bir çatlağı vardır ve ışık oradan sızar.”

Bu ödülü bu umut adına alıyorum.