1828’de inşaa edilen, Sovyet döneminde özellikle siyasi mahkûmların kaldığı, Baltık Denizi kıyısında devasa bir yapı… Son mahkûm, 2002’de buradan alınıyor; Mayıs 2014’ten beri ise bir müze, ama bildiğiniz müzelerden değil. Sanki dün terkedilmiş, dokunulmamış, her şey yerli yerinde, dağınık… Kapıdaki küçük kulübede bir görevli var. 2 euro verip giriyorsunuz içeri. Artık yalnızsınız. Bir işaret, bir ışık, bir rehber yok. Koğuşların kapıları açık. Mahkûmların ayakkabıları, kitapları, posterleri tam karşınızda. Bildiğiniz müzelerden değil… Çünkü hakikatle aranıza bir ip gerilip, mesafe de konulmamış. İnsanlık dışı bir ameliyathane… İnfaz odasında nefes almakta zorlanıyorsunuz. Oradan çıkarken içimden birkaç kez çığlık attığımı hatırlıyorum: “Diyarbakır Cezaevi müze olarak açılsın!”
Bu coğrafyada yaşıyorsanız, kimliğiniz ötekileştirilip doğrudan veya dolaylı olarak devlet zulmüyle yaralanıyorsunuz, sürülüyorsununuz, öldürülüyorsunuz. İlkokuldan beri ezberletilmeye çalışılan şanlı tarihimizin neresinden tutsak acı kustuğunu, zaman içinde öğrendim. Diyarbakır, Dersim, Mardin, Sivas, Adana… Hangi şehrin ismini bağırsanız, “Acı burada!” diye haykırır, duyarız… Peki unutturulmaya çalışılan bunca acıyı, korkuyu nasıl görür, nasıl somutlaştırırız? Çocuğumuza nasıl anlatacağız?
Yüzleşeceğiz. Hakikatle yüzleşmek kadar, onunla nasıl yüzleşeceğimiz de bu ülkedeki geleceğimizi şekillendirecek. Uluslararası örnekler bize bu konuda ilham verebilir. Örneğin, bu konuda önemli çalışmalar yürüten Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, “Geçmişle Yüzleşme: Arjantin Deneyimi” adlı raporunda, cunta rejimi döneminin başlıca yasadışı gözaltı merkezlerinden olan Olimpo’dan bahseder. Polis, mekânı terketmeden önce delil bırakmamak için mimari yapıyı altüst etmiş. Aktivistler burayı aldıktan sonra nasıl bir yere dönüştürüleceğini, orada tutuklu kalıp şimdi hayatta olanlarla birlikte uzun süre tartışmış. Merkez, 2005 yılında, polisin yarattığı şiddet ve korkunun izlerini silmeden, ölüm alanından yaşam alanına dönüşmesi amacıyla “vicdan merkezi” olmuş.
İnsanlık suçlarının tanığı olan mekânların, hatırlatma alanlarına dönüşmesi; işkencecilerin, katillerin cezalandırılmadığı ve adalet duygusunun devamlı yara aldığı bu topraklarda, gelecek ve direniş için bir umut olabilir. Akıl almaz işkencelerle “ölmek isteyip ölemeyenlerin” kaldığı Diyarbakır Cezaevi, insanların diri diri yakıldığı Madımak Oteli müze olmalı. Ama bildiğimiz müzelerden değil… Yalnızca zulmü anımsatmak için değil, katledilenlerin mücadelesini unutmamak için.
Agos’un kapısının önünde, yerde bir yazı var: “Hrant Dink burada öldürüldü.” Gazeteye her girişimde, o yazının etrafından dolanırım. Ara sıra biraz uzaklaşır, gelen geçeni izlerim. Kimi fotoğraf çeker gider, kimi bakar gider, kimi basıp geçer.
Hepimizin etine birbirimizin acısı batmalı belki de. Bir Alevi’nin Ermeni Soykırımı’nı andığı, bir Ermeni’nin Roboski’nin hesabını sorabildiği, bir Kürt’ün Sivas’ı konuşabildiği bir ülke tahayyülü çok mu uzak? Halkların varlığını silmeye; dillerinin, harflerinin kazınılıp atılmaya çalışıldığı bu topraklarda, tüm bu zulüm ve adaletsizlik yetmezmiş gibi hakikatimizi zaptedenlere, hafızamıza hükmedenlere, vicdanımıza kastedenlere karşı mücadele verenlere selam olsun.