Bugüne kadar Türkiye’de geçiş dönemi adaleti (transitional justice) perspektifi sıklıkla etno-politik bir mesele olan Kürt meselesi ekseninde tartışıldı. Geçiş dönemi adaleti perspektifi, savaşlar, etnik çatışmalar, darbeler ve sistematik insan hakkı ihlalleri sonrasında yaşananların giderilmesi için hayata geçirilen mekanizmaların bütününü içeriyor. Bu mekanizmalar, devletin yaşananları tanımasını, telafi etmesini ve tazmin etmesini sağlamak için kullanılıyor. Ancak bu mekanizmalar sadece devlet odaklı değil; toplumun farklı kesimlerinin savaşın, darbelerin veya yaşanan sistematik insan hakkı ihlallerinin yarattığı siyasi, kültürel ve insani bakiyeyle hesaplaşması anlamına da geliyor. Bu mekanizmaların en önemli özelliği bütünsel bir biçimde ve birlikte kullanılmaları ve uygulanmaları gerekmesi. Örneğin yaşananlar tanınmadan verilen tazminatlar “kan parası” olarak görülüp iyice olumsuz bir etki yaratabiliyor. Bu mekanizmalar ceza yargılamalarını, hakikat komisyonlarını, müzeleri ve anma mekanlarını, kurumsal reformları, özürleri, tazminat programlarını içeriyor.
Şüphesiz her tekil örnekte görüleceği gibi Kürt meselesi de kendine has bir takım unsurlar taşır, tıpkı Peru, Güney Afrika ve Arjantin örneklerinin taşıdığı gibi. Ancak bu özgüllükler bizi dünya çapında yaşanan tüm sistematik insan hakkı ihlallerinde, çatışmalarda, askeri darbelerde ortak olan şeyleri görmekten alıkoymamalı.
Türkiye’de Kürt meselesi tartışılırken, genel olarak Türk sağının kullandığı bir argüman tuhaf bir biçimde sıkça duyulur: “Kürt sorunu” kendine özgü, başka diğer etnik çatışmalara, savaşlara benzemeyen, çok kendine has bir sorundur. Türkiye’de olup bitenlerin dünya örnekleriyle karşılaştırılarak anlaşılamayacağı, çok kendine has koşulları ve sonuçları olduğu iddiası, Türkiye’yi sui generis bir yer olarak kavramsallaştırır. Bu kendine haslık ve dünyanın diğer örneklerine benzemezlik vurgusu Kürt meselesi ve bu eksende yaşanan savaş konuşulurken tarafların tamamınca tekrar edildi. Oysa bu vurgu, Türk sağının “biz bize benzeriz” yaklaşımını akla getiriyor; söyleyenlerin hepsinin niyeti belki bu olmasa da dünya çapında kullanılan kavramların ve yaklaşım biçimlerinin Kürt meselesi ekseninde neden işe yaramayacağını anlamak güç. Ben burada, kendimi bu yaklaşımdan ayırmak ve birkaç noktanın altını çizmek isterim. Kürt meselesi, dünyadaki bir çok etnik çatışma, savaş ve sistematik hak ihlali örneğine benzer ve onlarla ortak unsurlara sahiptir. Şüphesiz her tekil örnekte görüleceği gibi Kürt meselesi de kendine has bir takım unsurlar taşır, tıpkı Peru, Güney Afrika ve Arjantin örneklerinin taşıdığı gibi. Ancak bu özgüllükler bizi dünya çapında yaşanan tüm sistematik insan hakkı ihlallerinde, çatışmalarda, askeri darbelerde ortak olan şeyleri görmekten alıkoymamalı. Bu ortaklıklar bu süreçlerden sonra geçmişle nasıl hesaplaşılacağına dair örneklere de daha dikkatli bakmamıza, dünya deneyimlerinden daha çok şey öğrenmemize yol açabilir. Felsefi olarak da, kendimizi insanlığın deneyiminin ortak bir parçası olarak görmek, diğer deneyimlerle ilişkiler kurmak, bu deneyimleri eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeniden değerlendirmek milliyetçilik fikrini kırmamıza yardım eder. Dolayısıyla Kürt meselesi bağlamında, dünyanın diğer örneklerine bakmak ufkumuzu açacak, anlayışımızı zenginleştirecektir.
Dünyanın diğer örnekleriyle birlikte düşünürsek, hatırlama ve hatırlamaya dayalı anlatıların, tanıklıkların geçmişle hesaplaşma ekseninde gündeme gelmesi esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında gündeme geliyor. Holocaust sonrası, özellikle belki de “melankolik hatırlama” olarak adlandırılabilecek hatırlama türü, tanıkların birinci elden karşılaştıkları şiddet ve yıkımı söze dökmeleri olarak ortaya çıkıyor. II. Dünya Savaşı sonrası bu melankolik hatırlama biçimi iki şeye işaret eder: Birincisi yaşananları söze dökmenin kırık döküklüğüne; ikincisi ise ne yazılırsa yazılsın yaşananların uyandırdığı dehşeti anlatmaya yetmeyeceğine. II. Dünya Savaşı sonrası hatıralarını anlatanların çoğunluğunun intihar ederek hayatlarına son vermeleri de bu melankoliyi ve kötümserliği destekler.
Bu kötümserlik aslında geçmişle hesaplaşma alanına sinmiş olan melankolinin bir boyutunu anlamamıza yardım edebilir. Geçmişle hesaplaşma, geçmişte yaşanmış soykırımlar, savaşlar ve sistematik hak ihlalleriyle ilgili hakikatleri açığa çıkarma ne kadar güçlü olursa olsun yaşananlar ile ilgili telafi edilemez bir yan hep kalacaktır. Yetim büyümüş bir çocuğun babasız büyüme deneyiminin yarattığı duyguları hiçbir anlatı, mekanizma veya tazminat gideremez ve telafi edemez. O zaman belki de şunu kabul ederek başlamak doğru olur: Ne anlatılırsa anlatılsın, ne kadar anlatılırsa anlatılsın geçmişte yaşananların mutlak bir biçimde giderilmesi, kefaretinin ödenmesi, denkleşecek şekilde hesaplaşılması aslında mümkün değil.
Ama yaşananların anlatılması ve zulme uğrayanların alternatif anlatılarının dolaşıma girmesi, resmi anlatıları istikrarsızlaştırarak geçmişle hesaplaşma konusunda çok önemli bir alan açar. O güne kadar payına yok edilme düşenlerin hatırlanması, her şeyden önce mağdurların onurlarının iade edilmesi anlamına gelir. Kürt meselesi ekseninde düşünürsek zorla kaybedilenlerin, infaz edilenlerin, katledilenlerin hikayesini dinlemek aynı zamanda bir toplumun yasının hikayesini de dinlemek ve tanımak anlamına gelir. Yasın tanınması, kayba saygı duyulması ve yitip giden için birlikte üzülmek birarada yaşamanın temel kurallarından biri. Bu açıdan örneğin Peru Hakikat Komisyonu bize ilginç bir bakıç aşısı sunuyor. Peru Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu “başından beri tanıklığın ‘uzun süre ertelenmiş bir matemi içine sindirme biçimi’, uzlaşma için gerekli bir ‘terapi aracı’ olduğunu kabul etmiştir; şöyle ki her türlü geçiş döneminde sadece sivil toplumu kendisiyle barıştırmakla kalmamak, politik mantıkla matem mantığını da uzlaştırmak gerekir”[1].
Yaşananların ağırlığına yakışır yeni hafızalaştırma yordamlarını ve biçimlerini nasıl oluşturacağız? Bu ülkenin yurttaşlarına “Devlet, ne yapmış olursa olsun kendi yurttaşını öldüremez, kaybedemez” cümlesini nasıl kurduracağız? Başlangıcından bu yana savaşın yarattığı siyasi, toplumsal ve ahlaki bakiyeyle nasıl hesaplaşacağız? Yeni bir “hatırlama adabını” nasıl oluşturacağız?
Politik mantıkla matem mantığını birleştirme önerisi aslında aynı zamanda yeni hatırlama adapları oluşturma önerisi de. Yine Kürt meselesi ekseninde düşünürsek, bizler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak 1990’lı yıllarda yaşananları, Kürt savaşını, bu savaş süresince devlet güçleri tarafından kaybedilenleri, öldürülenleri nasıl hatırlayacağız? Yaşananların ağırlığına yakışır yeni hafızalaştırma yordamlarını ve biçimlerini nasıl oluşturacağız? Bu ülkenin yurttaşlarına “Devlet, ne yapmış olursa olsun kendi yurttaşını öldüremez, kaybedemez” cümlesini nasıl kurduracağız? Başlangıcından bu yana savaşın yarattığı siyasi, toplumsal ve ahlaki bakiyeyle nasıl hesaplaşacağız? Yeni bir “hatırlama adabını” nasıl oluşturacağız?
Ben bunun olması için öncelikle yaşanan hak ihlallerinin somut verilerle belgelenmesi, sonra ihlallere maruz kalanların hikayelerinin sabırla toplanması ve bu verilerin olabilecek en yenilikçi yöntemlerle paylaşılması gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de son birkaç yılda çok moda olan “mağduriyet anlatısı yapılmasın” kabulünün aksine, Kürt savaşının oluşturduğu kapsamlı ve çok katmanlı mağduriyetlerin yaşayanların ağzından toplumun farklı kesimlerine hemen hemen hiç anlatılmadığını düşünüyorum. Bunu söylerken kastım Kürt halkının yaşadıklarını bir de Türk halkına anlatmak zorunda bırakılması değil elbet. Ama ne olup bittiğine dair yapılmış bir belgeleme çalışması, özellikle tanıklıklara ve hatırlamaya dayanıyorsa, çok güçlü ve çarpıcı bir etki yaratan antropolojik bir veri oluşturuyor. Bu verinin, bugüne kadar devletin dilinden, söylemlerinden, anlatılarından başka bir şey duymamış hatta duymayı reddetmiş insanların üzerinde dönüştürücü gücü olduğunu Hafıza Merkezi olarak kendi yaptığımız çalışmalardan da görüyorum.
Türk toplumunun çok büyük bir kesimi savaşı, savaşın aynı zamanda bir parçası gibi davranan Türk medyasının gözünden izledi. Üstelik Kürt savaşı boyunca sadece dar anlamıyla askeri kurumlar ya da güvenlik kurumları değil, toplumda farklı biçimlerde bilgi üreten birçok kurum, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, strateji merkezleri, yargı kurumlarının ezici çoğunluğu bu savaş boyunca en kötü ihtimalle suç ortaklığı yaptı en iyi ihtimalle de suskunlukla geçiştirme stratejisi izledi. Savaşın ve savaşın yarattığı devlet terörünün arkasında çok güçlü ve kurumsal bir işbirliği vardı. Dolayısıyla yaşanan utanç verici devlet şiddeti pratiklerinin üstü örtüldü, görünmezleştirildi. Savaş boyunca Kürtlerin bedeni değersizleştirildi, imha edilebilir, yok edilebilir ve kaybedilebilir bedenlere dönüştürüldü.
Milliyetçiliğin kahramanlarına karşı alternatif kahramanlarımızın hikayelerini açığa çıkarmak, onların hakkını teslim etmek ve hatta belki biraz da estetize etmek gerekiyor. 1990’lı yılların en karanlık zamanlarında itiraz etmiş insan hakkı savunucularını, akademisyenleri, kayıp yakınlarını hatırlamak ve hikayelerini anlatmak genç insanlara başka varoluş biçimlerinin mümkün olduğunu gösterir. Umut verir, başka bir varoluşun imkanını ve ışığını taşır.
İşte bu pratiklerin tamamının belgelenmesi ve bunlara ilişkin farklı anlatıların toplanması bugün çok önemli. Bu anlatılar dolaşıma sokularak savaş döneminin farklı hakikatleriyle farklı düzeylerde karşılaşmalar yaratmak mümkün. Bunu yaparken yeni yöntemler, genç fikirler ve denenmemiş biçimler bulmak yeni karşılaşmaların önünü açacaktır. Özellikle kendi kişisel geçmişinde savaşın yükünü ve suç ortaklığını taşımayan genç kuşaklarla alternatif eğitim çalışmaları, sanatsal işler ve farklı hafızalaştırma ve aktivizm deneyimleri oluşturmak çok önemli. Önceki kuşaktan çok daha açık olma imkanını barındıran gençlerle milliyetçiliği sorunsallaştıran, devletin konumunu görelileştiren ve anaakım düşünce biçimlerini istikrarsızlaştırarak yerinden eden bilme ve eyleme biçimleri üretmek mümkün. Yeter ki insan hakları hareketinin yerleşik kurallarının ve gerontokratik yapısının dışına çıkabilmeyi dert edinelim. Türkiyeli gençlerin, örneğin bizim çalışma alanımız olan Cizre’nin zorla kaybedilenlerin yakınlarının hikayelerini duyduğunda, savaş algılarının, Kürtlük ve Türklük algılarının, hayata, merhamete, varoluşa, affetmeye ve direnmeye dair algılarının değişme ihtimalinin çok güçlü olduğuna inanıyorum. Tanıl Bora’nın yazılarında ve konuşmalarında çok vurguladığı bir kavramı burada ödünç alarak kullanmak isterim; yaşananların hatırlanması aynı zamanda “alternatif kahraman” hikayelerinin de ortaya çıkarılması anlamına geliyor. Milliyetçiliğin kahramanlarına karşı alternatif kahramanlarımızın hikayelerini açığa çıkarmak, onların hakkını teslim etmek ve hatta belki biraz da estetize etmek gerekiyor. 1990’lı yılların en karanlık zamanlarında itiraz etmiş insan hakkı savunucularını, akademisyenleri, kayıp yakınlarını hatırlamak ve hikayelerini anlatmak genç insanlara başka varoluş biçimlerinin mümkün olduğunu gösterir. Umut verir, başka bir varoluşun imkanını ve ışığını taşır.
Üstelik geçmişle hesaplaşma ve bunu yaparken hatırlama yöntemini kullanma, yaşanan kıyıma itiraz edenlerin hikayesini anlatma sadece siyasi olarak değil ahlaki olarak da çok şey anlatır. Hatırlamak, deneyimleri toplamak, geriye anlatacak birilerinin kalması fikri, insan olmanın potansiyellerinin umut veren yanını da açığa çıkarır. Ne kadar büyük zulüm olursa olsun geriye anlatacak birinin kalmış olması, insanın, belleğin, nisyanın ve deneyimin doğasına ilişkin önemli şeyler söyler. Varoluşa dair umut verir. Hannah Arendt, nazi subayı Adolf Eichmann’ın yargılanmasını anlattığı Kötülüğün Sıradanlığı kitabında hatırlamanın ve geriye anlatacak birinin kalmasının önemini ve ahlaki anlamını çok parlak bir biçimde şöyle özetler: “Totaliter tahakkümün iyi veya kötü bütün edimleri yutan bu nisyan boşluklarını yerleştirmeye çalıştığı doğrudur. Ama Haziran 1942’den sonra katliamların izini canla başla yok etmeye çalışan Nazilerin bu girişimleri nasıl başarısızlığa mahkum olduysa, muarızlarının ‘adsız, sansız, sessiz sedasız ortadan kaybolmasını’ sağlamaya yönelik çabaları da boşunaydı. İnsana özgü hiçbir şey bu kadar kusursuz değil, nisyanı mümkün hale getirebilecek çok fazla insan var bu dünyada. Ama her zaman geriye hikayeyi anlatacak biri kalacaktır. Bu nedenle, en uzun vadede, hiçbir şey ‘pratikte faydasız’ olamaz. (…) Böyle hikayelerin verdiği ders basittir, herkes bunu anlayabilir. Siyasi bir bakış açısıyla ifade edecek olursak söz konusu hikayeler, bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır. Keza Nihai Çözüm’ün teklif edildiği ülkelerle ilgili hikaye, aynı şey daha başka yerlerde de ‘olabilirdi’ der, amaher yerde olmadı. İnsani açıdan bakarsak, bu gezegenin insanların yaşamasına uygun bir yer olarak kalması için başka bir şey, daha fazlası gerekmez”[2].
Şeylerin adını koymak ne olup bittiğini anlamak için elzemse adını koyalım: Tıpkı Arjantin’de, Guatemala’da, Fas’ta, Şili’de olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti 1990’lı yıllarda yaşanan savaş ekseninde devlet terörü pratikleri uyguladı. Bu pratikler layıkıyla konuşulmadı, açığa çıkarılmadı, sorumluları yargılanmadı. Müzakere süreci ve ardından gelen barış süreci aynı zamanda bu pratikleri açığa çıkarmak, sorumluları yargılamak, suçlara karşımış devlet görevlilerinin görevlerinden el çektirilmesini sağlamak anlamına geliyor.
Geçmişle hesaplaşmanın bir biçimi olarak hatırlamak, Kürt meselesi bakımından, hele ki taraflar arasında bir müzakerenin başladığı son dönemde, iyice önem kazanıyor. Hatırlamak, faillerin isimlerini dolaşıma sokmak, kaybettiklerimizin yasını tutmak, 90’lı yılların savaş suçlularının itibarlı devlet adamları, iş adamları ve yurttaşlar olarak yaşamalarına itiraz etmek, çok farklı mağduriyet biçimlerinin adını koymak anlamına geliyor. Şeylerin adını koymak ne olup bittiğini anlamak için elzemse adını koyalım: Tıpkı Arjantin’de, Guatemala’da, Fas’ta, Şili’de olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti 1990’lı yıllarda yaşanan savaş ekseninde devlet terörü pratikleri uyguladı. Bu pratikler layıkıyla konuşulmadı, açığa çıkarılmadı, sorumluları yargılanmadı. Müzakere süreci ve ardından gelen barış süreci aynı zamanda bu pratikleri açığa çıkarmak, sorumluları yargılamak, suçlara karşımış devlet görevlilerinin görevlerinden el çektirilmesini sağlamak anlamına geliyor. Müzakere süreci ve ardından gelen barış süreci aynı zamanda devlet terörü kurbanlarının anılması, hikayelerinin anlatılması, olup bitenler nedeniyle utanılması, mahcup olunması, özür dilenmesi ve yeni bir hatırlama adabının oluşturulması demek anlamına geliyor. Peki neden barış süreci aynı zamanda bu anlama gelir? Çünkü bir şeyin bir kere olması, basitçe onun bir kez daha olabileceği anlamına gelir. Eğer yaşananlarla hesaplaşmazsak, geçmişle hesaplaşma alanının en önemli mottosu olan “Bir Daha Asla!” cümlesini hayata geçirmek pek mümkün gözükmüyor. Hesaplaşılmamış tüm kıyım, soykırım ve savaşlar yenilerinin tekrar ve tekrar, kahredici ebedi bir döngüde yaşanması sonucunu getirmiş. Bir daha asla demek ve bunların yaşanmadığı bir dünya kurabilmek için hatırlamaktan ve bunları anlatmaktan başka şansımız yok gibi gözüküyor.
* Bu yazı Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç (Heinrich Böll Sitftung, 2013) kitabında yayımlandı.
[1] Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman, Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 45.
[2] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 239.