Yazı dizisi # 1: Sezin Öney
Hafıza Merkezi ve Eşit Haklar İçin İzleme Derneği’nin, Hollanda Helsinki Komitesi’nin desteğiyle düzenlediği “Daralan Demokratik Alan ve Uluslararası Dayanışma” başlıklı panel serisi, dünya genelinde sivil toplumun yaşadığı hak ve özgürlüklerin kuşatılması konusuna karşılaştırmalı bir perspektiften bakıyordu. Paneller serisi, bir yandan demokrasi açığı ve sivil alanda yaşanan zemin kaybına; diğer yandan da, Covid-19 salgınının yarattığı özel koşulların insan hakları mücadelesini farklı küresel örneklerde nasıl etkilediğine odaklanıyordu.
Türkiye’den ve dünya genelinden hak savunucularının tanıklıklarını ve öngörülerini paylaştığı panel serisinin ilkinin başlığı “Covid-19 Günlerinde Sivil Alanı Genişletmek” idi. Bu ilk panelin konukları, Kolombiyalı hukukçu, sosyolog ve insan hakları savunucusu César Rodríguez Garavito ve Hafıza Merkezi eş direktörü Murat Çelikkan oldu.
Garavito, bu panel serisinin de ana fikrini destekleyen bir kitabın editör ve yazarı aynı zamanda. “Rising to the Populist Challenge: A New Playbook for Human Rights” (Popülizme Meydan Okumak: İnsan Hakları için Yeni bir Taktik Kitabı) adlı bu kitabın editörleri Garavito ve Krizna Gomez, şöyle yazmışlar:
“Popülist hükümetlerin ve hareketlerin Hindistan’dan Venezüela’ya Amerika Birleşik Devletleri’nden Türkiye’ye, Macaristan’dan Rusya’ya ve Filipinler’den Polonya’ya kadar çoğalması, tüm dünyada insan hakları için riskler ve zorluklar oluşturuyor. Ancak, yükselişlerinin beklenmedik olumlu bir etkisi olabilir: İnsan hakları hareketini, yapısında ve stratejilerinde yeni popülist hükümetler dalgasından önce bile zorunlu, şimdi ise iyice acil hale gelmiş dönüşümler ve değişiklikler yapmaya itebilir.”
Garavito, yeni popülist dalganın demokratik yollarla işbaşı yaptığını ve seçilmiş ya da seçmenlerden destek bulan hareketler olmalarının, bu hareketleri 20. yüzyıldaki örneklerinden farklı kıldığını söylüyor. Garavito’nun da dikkat çektiği gibi, 20. yüzyılda örneğin Güney Amerika’daki diktatörlükler ve faşist yönetimler, bugünkü popülist hareketler gibi sandığa dayanmıyordu. Bu bakımdan da herhangi bir meşruiyetleri yoktu. Günümüzün popülist hareketleri ise, meşru yollarla iktidara gelerek veya demokrasinin imkanlarını kullanarak hak ve özgürlüklerin altını oyuyorlar. Hukuk devleti ilkelerini ve hukuk devletinin dayandığı kaideleri aşındırıp, hukuku kullanarak hukuku yok ediyorlar.
Macaristan, “hukuk yoluyla hukuk devletinin yok edilmesinin” başlıca örneklerinden. 2010’da Viktor Orbán’ın lideri olduğu Fidesz’in iktidara gelmesiyle Macaristan’ın tüm hukuki yapısı büyük bir dönüşüm içine girdi. Fidesz, 1988’de genç ve başkent Budapeşte’nin iktidar çevrelerinden uzak taşralı avukatların hareketi olarak kuruldu. 2010’da yeniden iktidara geldiklerinde, parlamento çoğunluğu sayesinde hukuk devleti kaidelerinin dayandığı yasaları birer birer değiştirmeye giriştiler. Değiştirilen çerçevelerin başında da anayasa geliyordu. Macaristan Anayasası, 1989’da yaşanan demokrasiye geçiş döneminin özgürlükçü yaklaşımları içinde yapılmıştı. Sadece Orta ve Doğu Avrupa’nın değil, tüm Avrupa genelinin en ilerici anayasalarından biri olan Macaristan Anayasası, Fidesz tarafından muhafazakar bir yaklaşımla baştan aşağı değiştirildi. Fidesz, ülkedeki güçler dengesinin temel unsuru olan Anayasa Mahkemesi’nin denetleme yetkisini tamamen elinden aldı. Tüm bunlar da, hukuk yoluyla, Fidesz’in seçimlerde elde ettiği sandık desteğinin getirdiği parlamenter çoğunluk yoluyla mümkün oldu. Oy verirken seçmenlerin desteklediği, anayasa değişikliği ve yasaların geniş çaplı biçimde değiştirilmesi değildi elbette. Ancak, Fidesz’in iddiasına göre, çoğunluğu temsil ettiği için öngördüğü değişiklikleri yapmaya da hakkı vardı.
Macaristan, başta da bahsettiğimiz gibi, tek örnek değil: Brezilya, Hindistan, Türkiye, ABD ve Venezüela gibi farklı örneklerde, farklı ideolojiler, söylemler ve lider tipolojileri ile aynı tarz akımlar iktidara geliyor ve ülkelerin siyasi-hukuki yapılarını değiştirip dönüştürmeye çalışıyorlar. Öte yandan, her ülkede “daralan alan” ve hak mücadelesinin bedeli farklı. Örneğin, Rusya’da muhalif Alexei Navalny’nin askeri teçhizat statüsündeki sinir gazı Novichok ile zehirlenmesi gibi uç örnekler de yaşanıyor.
Murat Çelikkan’ın da panelde bahsettiği Venezüela’da faaliyet gösteren PROVEA (Programa Venezolano de Educación-Acción en Derechos Humanos-Venezüela İnsan Hakları üzerine Eğitim-Faaliyet Programı) gibi, gerçekten daralan, hatta kapanan sivil alanda faaliyet göstermeye çalışan örnekler de mevcut.
Çelikkan ayrıca, yaşadığımız daralma öyle hissettirmese de insan hakları hareketlerinin aslında küresel ölçekte gelişim yaşadığını söylüyor. Bir yandan ekoloji-çevre odaklı hareketler, kadın hakları ve her türlü cinsel ayrımcılığa odaklı hareketler hiç olmadığı kadar ön planda ve profillerini yükseltiyorlar.
Garavito, insan hakları hareketi üzerine uzmanlaşan siyaset bilimci Kathryn Sikkink’in de “Evidence for Hope” (Ümidin Kanıtı) kitabında savunduğu gibi, “insan haklarının sonunun gelmesi” gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurguluyor. Buna karşılık insan hakları hareketinin “bittiğini” öne sürenler de var. Garavito’nun bu iddiaya karşı durduğu yer “daha optimist” bir noktada olsa da, dünya genelinde insan hakları hareketi ve sivil toplumun çok ciddi bir kriz içinde olduğunu da yadsımıyor. Mesele daha çok, eski yöntemlerin işe yaramaması. Örneğin, “teşhir etmek ve utandırmak” (naming and shaming) insan hakları alanında eskiden işe yarayabilen bir yöntemdi. Ancak, Garavito’nun da vurguladığı gibi, insan hakları ihlallerini ifşa etmek, artık popülist liderler üzerinde uluslararası baskı oluşturup tavır değişikliği yaratacak etkide değil. Bunun sebepleri çeşitli: Bir kere, popülist liderler gerçekten de “utanmazlar”. Onları uluslararası platformlarda, yaptıkları ile utandırmak, “teflon tava” misali üzerlerine bir şey yapışmaması nedeniyle mümkün değil. Ayrıca, hak ihlalleri ve hukuk devleti ilkelerinin aşınması, artık ABD ve Avrupa Birliği genelinde de yaşanan bir durum. Dolayısıyla, uluslararası kurumlar ve Batı ülkelerinden gelecek uyarılar ve yaptırımların da popülist liderler üzerinde bir etkisi olamıyor. Macaristan ve Polonya gibi kendi üyelerindeki sivil toplumun faaliyet alanının daralmasına karşılık, Avrupa Birliği çaresiz kalıyor.
Anti-elitizm; “seçkinlik karşıtlığı” söylemleriyle kendilerine meşruiyet kazandırmaya çalışarak, kendi önlerine çıkan herkesi ve her şeyi ezebilecek bir yaklaşım benimseyen popülist hareketlerin ortak özelliği, Garavito’nun deyişiyle, “radikal hoşgörüsüzlük”. Bu “hoşgörüsüzlüğü” de, kaba bir baskı şeklinde değil, seçkinlere karşı meşru bir mücadele gibi çerçeveliyorlar. Tabanda gerçekten var olan eşitsizlik gibi sorunları, “dış ve iç mihraklar” gibi yarattıkları günah keçilerine mal ediyorlar. Yarattıkları baskı ortamını da bu şekilde meşru ve mazur gösteriyorlar.
Çelikkan’ın popülist liderlerin “anti-elitizm” taktiğine karşı, sivil toplumun nasıl taktikler benimsemesi gerektiği sorusuna yanıt olarak Garavito, öncelikle Open Global Rights’ın internet sitesinde bu konuya odaklı çalıştıklarını, yayınlanan yeni bir dizide dünyanın farklı yerlerinde bu tür hükümetlere karşılık verme örneklerini aktardıklarını söylüyor. Şu noktaya da dikkat çekiyor: Daha önceleri kurumsal çerçeve içinde, hukuki değişikler ve kamu kurumlarına yönelik değişiklikleri amaçlayan bir mücadele biçimi benimsenirken, popülist hareketlere karşı bu taktik eskisi gibi işe yaramıyor. Garavito’nun da ifadesiyle, daha az kurumsal, daha tabandan hareketlere odaklanmak gerekiyor. Bu tür spontan hareketler, popülist hareketlerin topluma yansıttığı tezleri çürüterek halkın popülistlerin sunduğundan farklı görüşleri olabileceğini de ortaya koyuyorlar. Bir yandan, “mizah” gibi popülistlerin sahip olmadığı bir “gücü” kullanırken; diğer yandan da, halkın görüşlerinin tek bir yönde ve ille de günah keçisi olarak çerçevelenen gruplara karşı “düşmanca” olmadığını gösteriyor.
Bu tarz hareketlere İsviçre merkezli “Operation Libero” örnek gösterilebilir. İsviçre’de Ekim 2014’te göçmen kabulü karşıtlarının kazandığı referandumun ertesinde örgütlenen Operation Libero, “zihinsel açıklığın”, “ayrımcılık karşıtlığı” ve “ilerici görüşlerin” yayılmasını sağlamaya çalışıyor. Özellikle online aktivizmi ve dijital teknolojilerin sunduğu imkanları kullanan Operation Libero’nun başlıca taktiklerinden biri de, “mizahı” önyargıları kırmak ve fikirleri değiştirmek için kullanmak.
COVID-19 Pandemisi, sivil toplum için işleri daha da zor hale getirdi. Her şeyden önce sivil toplumun yüz yüze iletişim kurma imkanlarını sınırladı. Dahası dünya genelinde hükümetler, Covid-19 Pandemisi’ni toplum üzerindeki denetimi arttırmak için bir fırsat olarak kullanıyor. Ancak, bu dönem aynı zamanda, kurumlar ve bürokrasinin etkin çalışmasının daha da önemli hale geldiği bir zaman dilimi oldu. Dahası, “normal şartlarda” bir türlü ortaklaşamayan bazı hak hareketlerini de birbiriyle yakınlaştırdı. Örneğin, Garavito’nun belirttiği gibi, işçi hareketleriyle küresel iklim krizi aktivizmi arasında COVID-19 Pandemisi Krizi’nin getirdiği bir ortaklaşma doğdu.
Popülist hareketler ve otoriter iktidarlara karşı en güçlü taktik, dayanışma ve küresel çapta farklı insan hakları hareketlerinin birbirlerinden öğrenmesi. Popülist hareketlerin de ortak hareket etme eğiliminde olduğu ve birbirlerinden “öğrendikleri” sıklıkla dile getirilen bir düşünce. Popülizm üzerine çalışan tarihçi ve filozof Jan Werner-Müller ise aksi görüşte. Joe Biden’ın ABD’deki seçim zaferinin dünya genelinde popülizmin sonunu getirip getirmeyeceğini sorgulayan “All Quiet on the Populist Front?” adlı makalede şöyle diyor:
“Son yıllarda dünyayı kasıp kavuran popülist bir ‘dalga’ hakkındaki klişenin aksine, popülist liderlerin yükselişi ve düşüşü önemli uluslararası etkilere sahip değildir. Hırsızlar arasında onur olmadığı gibi, sözde ‘Popülist Enternasyonal’ arasında da gerçekten önemli olduğu zaman dayanışma söz konusu olmadı. Trump’ın, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve hatta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin gibi dostları, sonunda Joe Biden’ın seçim zaferini kabul ettiler.”
Hırsızlar arasında gerçekten de “onur” olmayabilir. Ancak, dayanışma içindeki insan hakları aktivistleri ve tabandaki hareketler arasında ilkelerin getirdiği doğal bir ortaklık var. Bunun sadece daha fazla açığa çıkması, çıkarılması gerekiyor.