Taraf – Ahmet Kardaş
Hannah Arendt’in belirttiği gibi iktidar kötü bütün edimlerini insan hafızasının nisyan boşluklarına yerleştirmeye çalışır. Bu nisyanı mümkün hâle getirebilecek çok fazla insan bulunmakta. Ama her zaman geriye hikâyeyi anlatacak biri kalacaktır. Bu hikâyeler insanların çoğunun boyun eğeceğini ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır.
İşte Hafıza Merkezi çalışmalarında zorla kaybedilenlerin yakınlarının özellikle de kadınların deneyimlerini de değerlendirerek hikâyeleri toplumsal hafızamızın boşluklarına getiriyor. Geçmişte yaşanmış sistematik ve yaygın hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin belgeler ve tanıklıklar yoluyla ortaya çıkarılması, toplumsal hafızanın güçlenmesi, hak ihlallerinden etkilenenlerin adalete erişiminin sağlanması ve yargısal süreçlerin izlenmesi Merkez’in temel ilkesi.
Silopi’de Doruklu köyü muhtarı Mehmet Fındık, kardeşi Ömer Fındık ve amcaoğulları Ömer Kartal 31 Aralık 1995 yılbaşı gecesi hindi isteyen askerlere hindiyi vermek üzere Silopi İlçe J. Merkez Karakolu’na giderler ve bir daha dönmezler.
1994 yılında Mürsel Zeybek, Habur Sınır J. Bölüğü’ne çağrılır, kardeşi İslam Zeybek ile Bölüğe gelen Mürsel orada kaybolur.
29 Mayıs 1994’te Bahri Budak 14 yaşındaki torunu Metin Budak ile boşaltılan Lice- Yalımlı köyündeki tarlasına bakmak için Silvan’dan köyüne gelir. Dede ve torundan o günden itibaren haber alınmaz. Budak ailesi 2005’te köye döner. Arazinin sürülmesi sırasında topraktan bazı kemikler ve eşya çıkar. Adli Tıp Kurumu raporuna göre çıkan kemikler dede ve toruna aittir. Olay yerinde bulunan boş kovanların ise MKE ibareli, uzun namlulu G-1 ve G-3 piyade tüfeklerine ait olduğu anlaşılır. Failler bulunamaz ve soruşturma 30 Mayıs 2014’te zamanaşımına uğrar. Dosya şu anda AİHM’de.
Hafıza Merkezi, 311 kişinin kaybedildiğini kesinleştirmiş. Bu tespitlerin ne kadar zor yapıldığını belirtmeye gerek yok. Bu nedenle kaybedilenlerin sayısını kestirmek zor.
Rapordan anlaşıldığı üzere, kaybetme stratejisini mümkün kılan en önemli teknik inkâr. Bu tavrın merkezde somutlaşmış ifadesi dönemin Başbakan’ı Süleyman Demirel’in kaybedilenlerin yakınlarına verdiği cevapta: “Çocuğun cebimde mi, çıkarıp vereyim.”
Kaybetmeler yerelde meydana geldiği için inkâr hem merkezde hem de yerel düzeyde ortak strateji. Açıkça gözaltına alınanlar için “serbest bırakıldıkları”, gözaltı dışında karakol binasına girdikleri görülenler için “binadan ayrıldı” bilgisi veriliyor. Zorla kaybedilenlerin çoğu ailelerinin gözü önünde evlerinden ya da sokak, işyeri, köy meydanı gibi kamuya açık yerlerden alınmış. Sorgu timinin istediği kişileri herkesin gözü önünde alma, sonra da inkâr etme pervasızlığı ne kadar muktedir olduklarını gösteriyor.
Tıpkı inkâr gibi yaptıklarını sadece kaybedilenlerin önünde kabul ederek, aramaya veya hukuki yollara başvurmaya kalkıldığında bunu yapanlara da aynısının yapılacağını ima ederek tehdit de bir diğer tavır. Ayrıca herkese yönelik tehditler de sözkonusu. Köy halkını köy meydanında toplayıp işkence etmek, yakınlarını aramak için karakola gelenlerin üzerine –elektrikleri kesip, çatışma çıktığını belirtip– ateş etmek gibi. Zorla kaybetmelerin meşrulaştırılmasına ilişkin olarak Arjantin’de yapıldığı gibi kaybedenleri kriminalize etmek ise başka bir teknik.
Oysa kayıp yakınları eşler, anneler, babalar, kardeşler, çocuklar mezarları olmayan kendi biricikleri ile rüyalarında konuşuyorlar. “Rüyama giriyor. Bazen görüyorum öyle oturmuş. Öyle yeşil, bıttım var, bıttım ağaçları var üzerinde, büyük bir şemsiye gibi o da altında oturmuş. Öyle uykuda görüyorum. Bana ‘Ayşe’ diye sesleniyor, bakıyorum ölen oğlum da yanında. Bana ‘Ayşe hâlâ gözlerin görüyor mu?’ diyor, ‘evet’ diyorum. ‘Şuradaki beyaz taşı da görüyor musun?’ diyor. ‘Evet görüyorum’ diyorum. ‘Git elbiselerim orada’ diyor. Bir tepe, upuzun bir tepe. Hiç unutur muyum? Hiçbir zaman unutamam. İnsan eşini unutamaz ki.”