Entelektüel dünyada herhalde çok az klişe “kötülüğün sıradanlığı” ibaresi kadar yaygın ve amacına uymayan bir şekilde kullanılmıştır. Hannah Arendt, 1962 yılında İsrail’de yargılandıktan sonra suçlu bulunarak idam edilen Adolf Eichmann’ın yargılanma sürecini izledi. Yargılama süreci üzerine de “Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor” adıyla yayımlanan bir metin yazdı. Arendt bu metinde, Judith Butler’ın olağanüstü parlak bir şekilde anlattığı gibi, aslında kötülüğün sıradan bir şey haline geldiğini söylemek istemedi.[1] Burada Arendt’in kastettiği, insanlığa karşı işlenmiş suçların failler açısından nasıl rutin, kabul edilebilir hale geldiği ve faillerin bu suçları işlerken ahlaki bir sorgulamayı nasıl devre dışı bıraktığıdır. Arendt, sadece kurallara uyduğunu ve verilen emirlere itaat ettiğini söyleyen Eichmann’ın ahlaki sorgulamayı devre dışı bırakmasının en önemli verilerinden biri olarak düşünme yetisini kaybetmiş olmasını gösterir. Düşünmek, eleştirel bir sorgulama anlamına gelir ve bunu yapmaktan vazgeçmek amirlerin verdiği en insanlık dışı, vahşi ve sert emirleri bile gözlerini kapayarak yapmak sonucunu doğurur.
Filmde beni en çok etkileyen, başta en az bin kişi öldürdüğünü söyleyen Anwar Congo olmak üzere tüm faillerinin anlatımlarının dolayımsızlığı oldu. Binlerce insanı öldüren bu insanlar, en küçük bir meşrulaştırma gereği duymadan yaptıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyorlar. Zaten film aslında, faillerin kendi kurgularına göre oluşturacakları bir film için yaptıklarını sahne sahne canlandırmaları fikri üzerinden gelişiyor.
Peki ya yukarıdan gelen emirlerin yanında şevkle öldürenler? Ya yaptıklarını “emirlere itaat ettim” diyerek değil de eğlenerek ve hoşlanarak anlatanlar? Ya tecavüz ettikleri 14 yaşındaki kızın göğüslerini hâlâ büyük bir haz duyarak hatırlayanlar? Ya işkenceyi, ölümü, vahşeti, neşelenerek ve mutlulukla anlatanlar? Joshua Oppenheimer, Christine Cyn ve ismi açıklanmayan bir üçüncü yönetmen tarafından çekilen Öldürme Eylemi (Act of Killing) filmi, işte tam da bu “haz alarak öldürme” halini anlatanların hikâyesi. Film, 1965 yılında Endonezya’da, dünyanın SSCB ve Çin’den sonraki en kitlesel komünist partisi üyelerinin ve bu vesileyle de rejimin hoşuna gitmeyen herkesin nasıl katledildiğini, bizzat katledenlerin ağzından anlatıyor. Kaynaklarda, Suharto’yu iktidara getiren askeri darbeden öldürülen insan sayısının 1 milyon ile 1.5 milyon arasında olduğu söyleniyor. Film bu süreçte cinayetleri işlemiş insanları konuşturuyor. Şarkılar söyleyen, eğlenceli bir üslup tutturan, şakalaşarak ve uçucu bir neşeyle konuşan failler. Film hakkında Türkçe’de ve diğer dillerde yazılmış neredeyse bütün eleştirilerde referans verilmiş Kötülüğün Sıradanlığı kitabında anlatılan “bir Nazi subayı olarak Eichmann” tiplemesinden çok farklı failler bunlar: Aldıkları emirlere, hiyerarşiye ve kurallara referansla konuşmuyorlar. Devlet hiyerarşisinin açıkça bir parçası da değiller, çoğu paramiliter Pancasila Gençliği örgütünün üyesi. Hepsi kendilerini, İngilizce’de “özgür adam” kelimesinden gelen ve özgür, yani hiçbir yere bağlı olmadıklarını vurgulayan gangster kelimesiyle tanımlıyor. Eichmann gibi kurallara uyan bürokratlar değiller, öldürdükleri insanlardan çok kan çıkması ortalığı çok pislettiğinden telle boğma stratejisini icat edecek ve bunu bir sisteme bağlayacak kadar yaratıcılar mesela. Filmin konuşturduğu failler itaattan çok emprovizasyonu, zorunluluktan çok eğlenceyi vurguluyorlar. Hakkını yemeyelim, Arendt Kötülüğün Sıradanlığı’nın birçok yerinde Eichmann’ın tuhaf “neşesini” de anlatır ama bu neşe kendi başına bir şey değildir. Arendt bu tuhaf neşeyi daha çok düşünme yetisinin devreden çıkarılmasının bir işareti olarak yorumlar. Öldürme Eylemi’nin başta filmin “başrol” oyuncusu Anwar Congo olmak üzere diğer faillerinin neşesi daha somut, ectasy’ye, esrara, alkole dayalı çok daha belirgin bir neşe. Bu filmin failleri, en azından ilk bakışta, çok mutlular.
Filmde beni en çok etkileyen, başta en az bin kişi öldürdüğünü söyleyen Anwar Congo olmak üzere tüm faillerinin anlatımlarının dolayımsızlığı oldu. Binlerce insanı öldüren bu insanlar, en küçük bir meşrulaştırma gereği duymadan yaptıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyorlar. Zaten film aslında, faillerin kendi kurgularına göre oluşturacakları bir film için yaptıklarını sahne sahne canlandırmaları fikri üzerinden gelişiyor. Tüm bu failler, kurbanlarını nasıl öldürdüklerini çekecekleri film için yeniden sahneliyorlar. Ama tüm bu sahneleri çekerken, yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmıyorlar, ülkeyi düşmanlardan kurtardıklarını anlatmıyorlar, öldürdükleri insanların zararlarından dem vurmuyorlar. Tüm bunlara hiç gerek duymadan, son derece dolayımsız bir şekilde kendi öldürme eylemlerini anlatıyorlar. Bu dolayımsızlık, en çok da bir canlandırma sahnesini nasıl çekeceklerini kendi aralarında tartışırken içlerinden birinin söylediği bir cümlede kendini ele veriyor. Sahnenin nasıl çekileceği, hangi kurguyla canlandırılacağı konuşulurken içlerinden biri, sahneyi nasıl kurgulamak gerektiğini şöyle anlatıyor: “Öyle yapmamalıyız, çünkü o zaman gerçek zalimlerin komünistler değil biz olduğumuz ortaya çıkar.” Yine bir başka sahnede, bir köyün basılarak insanların nasıl öldürüldüğü canlandırılırken o günleri hatırlayan bir Pancasila Gençliği üyesi 14 yaşında bir kıza tecavüz etmenin ne kadar güzel olduğunu, hazdan kendinden geçerek şöyle anlatıyor: “Ona derdim ki, senin cehennemin benim yeryüzündeki cennetim olacak.”
Bu hazda, eğlencede ve neşede tüyler ürpertici bir yan var: İşlenen insanlığa karşı suçu itaatle, vatanı savunmakla, düşmanlarla savaşmakla, karşı tarafın kötülüğüyle ya da herhangi bir argümanla açıklamaya bile tenezzül etmemek. Bu durum, bence tam da artık kötülüğün sıradanlığı ile açıklanamayacak, ondan farklı ya da belki fazla, yeni bir hal. Endonezya’da tüm bu suçları işleyenlerin hiçbiri bugüne kadar yargılanmamış, yaşananlar devlet tarafından hiçbir zaman tanınmamış, özür dilenmemiş. Üstelik üzerinden neredeyse elli yıla yakın zaman geçmiş. Dolayısıyla bu muzaffer failler, yaptıklarının artık zamanaşımına uğradığının ve çok büyük bir değişiklik olmazsa yaptıklarından ötürü yargılanmayacaklarının farkındalar.
Filmi benzersiz kılan dolayımsız anlatımların temelinde bu farkında olma duygusunun da olduğunu düşündüm doğrusu. Bu farkında olma hali, hem neşeyi hem de kibri doğuruyor aslında. Bu “kibirli katiller”[2], hatırlanmaktan memnunlar; emeklilik günlerinde milletvekili olmak için kampanya yapar, Çinli satıcılardan haraç toplar ve boş boş otururken işledikleri cinayetler üzerine bir film çekmek fikrini sevinçle karşılıyorlar. Zaten aslında, en azından bir kısmı, sinema önünde karaborsa bilet satan gansgterler. Çok film izlemişler, özellikle de Holywood’un mafya filmlerini. Al Pacino, Marlon Brando ve bilcümlesi konuşmalarında geçiyor. Cinayet işlerken onlardan nasıl esinlendiklerini, yine son derece dolayımsız bir şekilde anlatıyorlar. Hiçbir zaman yargılanmayacaklarından, yargılanmayı geçtim yaptıkları nedeniyle yaşadıkları toplumun geniş kesimleri tarafından ayıplanmayacaklarından o kadar eminler ki. Kibirleri tam da bu eminlik duygusundan geliyor gibi. Belki de bu yüzden, emin olma hali, anlattıkları cinayetlerden belki de daha fazla içimi burktu. 20. yüzyılın utanç tarihi insanların kolektif bir biçimde birbirlerini öldürebileceklerini ve birbirinin canına kolaylıkla kıyabileceğini gösterdi bize. Ama insan sonrası için bir kabul, utanç ve özür bekliyor. Katillerin yaptığının bu kadar farkında, bu kadar nedamet getirmekten uzak ve apati boyutunda kayıtsız oluşu; vicdan, ahlak, pişmanlık ve utanç gibi temel duygulardan bu kadar uzak oluşu çok sert bir hakikati yüzümüze çarpıyor. İnsan somut bir tarihsel, siyasi ve toplumsal anda yüzlerce kişiyi öldürüp sonrasında da delirmeden, utançtan ölmeden, hatta yaptığı üzerine derinlemesine bile düşünmeden, bununla yaşayabilen bir varlık.
Peki film insanın bir katile dönüşerek yapabileceklerini bu kadar dolayımsız anlattığı için mi bu kadar etkileyici? Bence filmin anlattıkları sadece bununla kalmıyor. Özellikle Anwar Congo’nun hikâyesi, aslında bu dolayımsızlığın ve neşenin ilk bakışta göründüğünden daha dayanıksız olduğunu gösteriyor bize. Congo, bir yerden sonra, aslında hiç rahat uyuyamadığını, öldürdüğü ve gözleri açık kalan yüzlerce insanın gözlerinin rüyalarında nasıl kendisine baktığını anlatıyor. Yüzeyde gözüken neşenin arkasında ne kadar çok tereddüt ve huzursuzluk olduğunu görüyoruz. Yaptıklarını anlatırken ağlayan, insanları öldürdüğü yere bir kez daha gidince dayanamayarak kusan bir Anwar Congo. Filmleri için işkence sahnelerini çekerken kendisine işkence yapılırken haysiyetinin zedelendiğini söyleyen Congo, gerçekten işkence yaptığı insanların kendisinin hissettiğinden çok daha somut bir korku ve acı hissettiğini söyleyen yönetmene büyük bir apati duygusuyla bakıyordu. O apati duygusu belki de sadece yüzeydeki neşenin arkadaşı, ama aslında derinde hakiki bir huzursuzluk hali ve bolca kusma isteği var.
İyi ki de var. Bugün sinemada, edebiyatta ve genel olarak güzel sanatlar alanında, belki de bizi insan denen varlıktan ümidimizi kesmeye sevkedecek kadar çok, çeşitli ve farklı şiddet anlatısı var. Bu anlatılar bize sadece dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğunu anlatmakla kalmamalı aynı zamanda bu kötülüğe rağmen neden ümit etmeye devam etmemiz gerektiği konusunda da bir ışık, bir ümit vermeliler. En azından ben bu ışığı görmeye ihtiyaç duyuyorum. Bu ümidin ahlakçı, didaktik ve sıkıcı olmadan da verilebileceğine hâlâ inanıyorum. Öldürme Eylemi filmi Endonezya’da yaşanan kıyımın siyasi ve toplumsal boyutlarını anlatmadı, bize mağdurların deneyimleriyle ilgili hiçbir şey söylemedi, insanların tüm bu yaşananlara nasıl direndiğinden ya da dayandığından da bahsetmedi belki. Ama, tüylerimizi diken diken eden bir neşeyle ve kibirle konuşan, yaptıklarını anlatan katillerle tanıştırdı bizi. Tam bu kadarı fazla dediğimiz anda da Congo’nun gözyaşları aracılığıyla aslında bu neşenin ne kadar yanıltıcı olabileceğini de gösterdi. En azından bazıları için. En azından bazılarının yaptıklarından pişman olma ihtimali var. Filmi, “bakın böyle şeyler de yaşandı işte” diye yaşanan şiddeti bir bulamaç gibi önümüze dökmekten ayıran en önemli şeylerden biri de bu ihtimali anlatması zaten. Çünkü bu ihtimal, yüzlerce insanı öldürüp delirmeyen, utançtan ölmeyen ve hatta yaptığı üzerine derinlemesine düşünmeyen insanın içindeki başka bir ihtimalin kapısını aralıyor. Tüm bu apatiyi andıran görüntüye ya da neşeyle aktarılan işkence anlatılarına rağmen ya da belki onların arkasında, aslında katilin huzursuzluğunun olduğunu gösteriyor. Sadece mağdurların direnişi değil katillerin huzursuzluğu da şiddet sonrası toplumsal hal ve insanın varoluşu hakkında çok şey söylüyor.
Son bir not: Filmi izlerken sık sık, özellikle 90’lı yıllarda yaptıklarını anlatan itirafçı ifadelerini de düşündüm. Türkiye’nin Ermeni soykırımından sosyalist avına, azınlıklara yönelik pogromlarından kadın ve eşcinsel cinayetlerine uzun zulüm sicilinde son 30 yılın ve Kürt meselesi ekseninde yaşanan iç savaşın özel bir yeri var. 1990’lı yıllarda Kürt illerinde insan öldüren, işkence eden, infaz eden bir çok insan, özellikle de itirafçılar konuşmuşlar, yaptıklarını anlatmışlar. Tıpkı Öldürme Eylemi’nin konuşan katilleri gibi Türkiye’nin de konuşan katilleri, tüm bu mekanizmayı tasarlayanlar değil, esas olarak tetiği çekenler. Onlar da tıpkı filmdeki muadilleri gibi berbat öldürme hikâyeleri anlatıyorlar. Ensesine sıkılarak öldürülenler, bombayla patlatılanlar, çatışma süsü verilerek tarananlar, işkencede can verenler. Üstelik bu insanların çok büyük bir kısmı da işledikleri cinayetlerden ve insanlığa karşı suçlardan ötürü hesap vermediler, sorumlu tutulmadılar ve yargılanmadılar. O yüzden Öldürme Eylemi’nin anlattığı hikâye Türkiyeliler için uzakta olan bir şiddet hikayesi filan değil, tanıdık bildik bir mesele. Öldürme Eylemi filmini, Türkiye’de de bu meselelere bakan, anlamaya çalışan, sorgulayan ve yaşananların insani ve ahlaki bakiyesini anlatan daha çok film izlemek dileğiyle de izledim.
* Bu yazı daha önce Altyazı dergisinde yayımlandı.
[1] Judith Butler, “Hannah Arendt’s challenge to Adolf Eichmann”, Guardian, 29 Ağustos 2011,http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/aug/29/hannah-arendt-adolf-eichmann-banality-of-evil/print
[2] Necati Sönmez, “Kötülüğün Sıradanlığı, Cellatların Kibri”, Bianet, 15 Şubat 2013,http://bianet.org/bianet/sanat/144380-kotulugun-siradanligi-cellatlarin-kibri