Neden Hafıza Merkezi?

 

Hafıza Merkezi geçmişte yaşanan hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, toplumsal hafızanın güçlenmesine ve bu ihlallerden etkilenenlerin adalete erişmesine katkı sağlamak hedefleriyle kuruldu. Bugün artık ülkelerin geçmişteki suçlarıyla hesaplaşması gerektiğine dair evrensel bir norm gelişti. Bu norm, devam eden devlet içi veya devletler arası çatışmaların, yapısal ayrımcılık ve şiddetin, tarihsel adaletsizliklerin kabulü ve tazmininin gerektiğine dair bir kabule dayanıyor. Uluslar arasındaki çatışmalara, azınlık ve muhaliflere karşı hak ihlallerine, etnik çatışmalara ve insanlığa karşı suçlara yönelik bir tarihsel diyalog, barış, demokrasi ve insan haklarına saygılı bir siyasi kültürün gelişmesine ve gelecekte benzer kırım ve adaletsizliklerin tekrarının engellenmesine hizmet etme amacı taşıyor.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi, emperyal geçmişe sahip, milliyetçi ideolojilere yaslanmış birçok devlette olduğu gibi çarpıtılmış, üstü örtülmüş gerçeklikler, kıyımlar, hak ihlalleri ve zulüm örnekleri ile malul. Bir yanda Müslüman olmayan azınlıkların dışlanması, kovulması, onlara yönelik ayrımcı uygulamalar var: Osmanlı devletinin son döneminde alevlenen Ermeni sorununu kan dökerek halletme siyasetinden, 1915’teki soykırımdan miras kalan, sanki bunların devamı gibi işlev gören bir Ermeni düşmanlığı körüklenmiş; Trakya’dan Yahudiler kovulmuş (1934); Müslüman olmayan iş adamlarının mallarının yağmalanmasına ve önemli ölçüde tasfiye edilmelerine yol açan ayrımcı Varlık Vergisi uygulanmış (1942); Kıbrıs bahanesiyle 6-7 Eylül 1955’te Rumlara saldırılar tezgâhlanmış. Öbür yanda, Müslüman olan azınlıklar da baskı ve zulümden paylarını almışlar: Ayrı bir kimliğe sahip Dersim Alevilerine karşı askeri katliam düzenlenmiş (1938); Maraş (1978), Çorum (1980) ve Sivas’ta (1993) Alevilere yönelik katliamlar sivil örgütler eliyle hayata geçirilmiş, resmi güvenlik güçleri tarafından seyredilmiş.

Askeri müdahaleler toplumda büyük kırılmalar yaratarak insan hakları ve demokrasi alanındaki ilerlemeye engel oldu. 27 Mayıs 1960’ta askeri darbe sırasında sivil politikacıların yargılandığı Yassıada’da göz göre göre hukuk cinayeti tezgâhlanmış, siyasetçiler asılmış; 12 Mart 1971 askeri darbesiyle sol muhalefet devlet terörüyle sindirilmeye çalışılmış.

1980 askeri darbe döneminde yapılanlar insanlığa karşı suç niteliğini almış, cezaevlerinde ve özellikle Diyarbakır Cezaevi’nde akıl almaz işkenceler yaşanmış, Kürt kimliğini yok etmek için faşizan politikalar devreye sokulmuş; Kürtler asimilasyona tabi kılınmış, isyan ve direnişleri kanlı biçimde bastırılarak, infazlarla, tehcirlerle kimlikleri yok edilmeye çalışılmış; “Terörle mücadele” adı altında Kürtlere yönelik zorla kaybetmeler, keyfi ve yargısız infazlar, işkence, baskı ve tecavüzler, zorla yerinden etmeler bir dönem yaygın politika olarak uygulanmış; Kürt kimliğinin tanınması ve Kürtlerin politik mücadelesi baskı ve zulümle bastırılmaya çalışılmış…

Yani, yüzleşemediğimiz/hesaplaşmadığımız her olayın eklenerek oluşturduğu bir yalan ve haksızlıklar duvarı ve gelinen son noktada Kürt isyanının, silahlı çatışma sürecinin çığ gibi büyüyen tahammülfersa ölüm ortamı… Devlet politikası olarak şiddet; zorla boşaltılan, yakılan köyler, zorunlu göçe tabi tutulan yüz binlerce insan, faili meçhuller, gözaltında işkence ve tecavüze maruz kalanlar, kaybedilenler ve dezenformasyon yüzünden ortaya çıkmayan/çıkamayan korkunç şiddet eylemleri… Newroz gösterilerinde açılan ateş (1991, 31 ölü; 1992, 94 ölü), Özgür Gündem Gazetesi’nin bombalanması (1994), Güçlükonak’ta 1996 yılında 11 köylünün öldürülmesi, (bunun önce PKK tarafından yapıldığının iddia edilmesi, daha sonra JİTEM’in dönemin Adalet Bakanı tarafından suçlanması), bu uygulamaların sonucu olan toplu mezarlar (http://ihd.org.tr/index.php/gravemap.html) ve son olarak 2011’de Uludere’de 35 sivilin insansız hava araçlarıyla bombalanarak öldürülmesi …

Türkiye’de devlet terörü artık son bulmak zorunda. Devlet terörü “normal” bir siyaset yöntemi değil, olmamalı. Türkiye’de devlet kurumları ve toplum devlet kökenli şiddetle yüzleşmeli, buna son verilmesi için her türlü yasal önlem alınmalı.

“Terör” sözünün hayatımızın merkezinde durduğu bir ülkede devlet terörünün yeteri kadar irdelenmemesi Türkiye demokrasisinin zayıf karnı ve kanayan yarası. Çünkü bu uygulamalar, tarihsel olarak kullanılagelmiş ve devlet alışkanlığı olma özelliğini de sürdürmekte.

Hatıralarımız şiddet ve adaletsizlikle körelmiş durumda, vicdanlarımız yaralı. Halbuki gerçek demokrasi berrak bir toplumsal hafıza, olanlar üstüne ortaklaşmış vicdan ve mutabakat ile güçlü bir adalet duygusunu gerektiriyor. Geçmişte yaşananların tanınması, bunlara maruz kalan insanların en temel hakkı olan yas tutma ve adalet duygusunun tatmini için elzem.

Hafıza Merkezi, “Böyle yaşamaya devam edemeyeceğimize göre ne yapacağız? Başkaları ne yaptı?” sorgulamasına ilişkin bir düşünme/araştırma sürecinin ürünü olarak oluştu. Özellikle Kürt sorunu temelinde içinde bulunduğumuz müzakere ve barış süreci de bu süreci güçlendirdi.

Toplumlar açısından da geçmişle yüzleşme -aynen bireyler için olduğu gibi-  aslında geçmişten çok bugüne ve geleceğe ilişkin olarak önemli. Çünkü ihlallerin görünür/bilinir, sorumluların hesap verir kılınması ve neticede tüm yasal güvenceleri ile adaletin tesisi, bir yandan toplumsal sağaltmayı gerçekleştirirken diğer yandan güven duygusunu ve birlikte yaşama arzusunu güçlendiriyor.

Ön çalışmalar sırasında yapılan araştırmalarda, insanlık dışı uygulamaların yaşandığı diğer ülkelerde, ihlallerin görünmez/faillerin cezasız kalmasının hem mağdurların kişisel travmalarını hem de toplumsal travmayı derinleştirdiği, demokratikleşmenin ancak ihlaller konusundaki gerçeklerin toplumsallaştırılmasıyla mümkün kılınabildiği, iyileşme sürecine en önce yakın geçmişe ayna tutularak başlandığı görüldü.

Bugün, toplumların gerçekleri bilme hakkı demokratik bir düzende olmazsa olmaz bir gereklilik olarak kabul edilmekte. Devletin uyguladığı terör yargıya intikal etmeden örtbas ediliyorsa, intikal etse bile cezalandırılmıyorsa, devlet adına yapılan kitlesel katliamlar cezadan muaf kalıyorsa adalet duygusunu oluşturmak hiçbir şekilde mümkün olmuyor.

Dünyada, otoriter rejimler veya çatışma sonrası toplumlarda daha demokratik, adil ve barışçıl bir gelecek inşa edebilmek amacıyla toplumların geçmişte yaşanmış insan hakları ihlalleri, büyük ölçekli katliamlar ya da başka türden şiddetli toplumsal travmalarla yüzleşmelerine odaklanmış etkinlik ve araştırma alanı “Geçiş dönemi adaleti” kavramı ile ifade ediliyor. Geçiş dönemi adaleti faillerin yargılanması, hakikat komisyonlarının kurulması, şiddet veya ihlallerden en fazla etkilenenler için tazminat paketlerinin geliştirilmesi, mağdurların anılması ve hatırlanması gibi birbirini tamamlayıcı özellikte bir dizi adli veya gayrı-adli stratejileri kapsıyor. Geçiş dönemi adaleti sistemli ve yaygın insan hakları ihlallerine verilen bir yanıt.

Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı itibariyle akademisyenler ve uygulamacılar arasında, geçiş dönemi adaleti çerçevesinin temel unsurları hakkında giderek artan bir görüş birliği var. Bu çerçevenin benimsediği genel kabul, yerel bağlamın özgün niteliklerine de bağlı olarak, geçmişteki insan hakları ihlalleriyle yüzleşmeye yönelik ulusal stratejilerin hesap verebilirliğe, dokunulmazlıklara son verilmesine, devlet-vatandaş ilişkilerinin yeniden tesisine ve demokratik kurumların inşasına katkı yapabileceğidir.

Türkiye’de ise benzer şekilde yaşanan devasa hak ihlallerine rağmen, mağdurların ortak hissiyatı, faillerin cezadan muaf kaldığı, suçu/suçluyu koruyan kurumsal ve toplumsal aldırmazlığın yaraları derinleştirdiği, geçmişle yüzleşme, geçmişi anlama, telafi etme ve yargılama pratiklerinin oluşmamış olduğu şeklinde.

İşte bu nedenle Türkiye’de Hakikat, Adalet ve Hafıza çalışmaları yapacak bir merkez kurmayı gerekli gördük. Hafıza Merkezi, geçiş dönemi adaleti süreç ve mekanizmaları için zemin hazırlayarak Türkiye’nin demokratikleşmesine ve toplumsal barışın tesis edilmesine katkı sağlamayı amaçlıyor.