Ana içeriğe atla
Ana Sayfa

Yıldırım Türker

Kimsesizler mezarlığının suratımıza patlaması üstünden yıllar geçti. Gözaltında kayıp edilenlerin simge ismi Hasan Ocak’ın işkenceyle paramparça edilmiş cesedi, ailesinin ısrarlı takibi sonucu kimsesizler mezarlığında bir rakamın altına gömülü bulunmuştu. Katilleri defin işlemleri sırasında orada bulunmamıştı elbet. Onlar, o gencecik kumral delikanlıya insanın hayal gücünü zorlayacak, tarihin en şanlı işkence geleneklerini kıskandıracak bir çeşni sunduktan sonra ölü bedenini Beykoz ormanına atıvermişti. Bir vatandaş tarafından orada bulunup, adli tıptan sahipsiz damgası yiyerek kimsesizler mezarlığına havale edildiğini yoksul kayıtlardan öğrendik. İtilip kakılmayı, gözaltına alınmayı, milli düşman ilan edilmeyi göze alan ailesinin inatçı çabaları sonucu izi bulundu. Hasan’ın kız kardeşinin dile getirdiği dehşet, bir televizyon programında mahcup bir kameranın saptadığı bölük pörçük görüntüler, o güne kadar orta sınıf duyarlığımıza kayıtlı haliyle acıklı, biraz da romantik bir son durak olan kimsesizler mezarlığını bambaşka bir gerçekliğe oturtuverdi. Kimsesizler mezarlığı, hepimizi her an yutabilecek bir tehdide dönüştü. Adeta bir kıyımdan artakalan toplu mezarlık. Doksanlı yılların başından itibaren gelişigüzel rakamlarla adlandırılıp üst üste, yan yana gömülüveren, kimliği meçhul varsayılanların çoğunluğu doğal olmayan yollarla ölüme yakalanmıştı. Yani, işkenceden geçmiş, paralanmış, katledilmişlerdi. Hasan, kimsesiz değildi. Ailesi, onun ölüsünü bularak son yirmi yılda binlercesi kayda geçmiş kayıpların ailelerinin gerili tutulduğu çarmıhtan indi.

İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel’in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa’ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildi. Operasyonun adı, “Gece ve Sis”ti. Gece ve sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu.

Ama Hannah Arendt’in altını çizdiği gibi, Nazilerin, muarızlarının ‘adsız sansız, sessiz sedasız ortadan kaybolmasını sağlamaya yönelik çabaları boşunaydı. Çünkü her zaman geriye hikayeyi anlatacak birileri kalacaktı.

Daha sonra 60’larda Guatemala ve Brezilya’da binlerce insan kayıp edildi. 73 darbesinden sonra Şili’de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 76 darbesinden sonra Arjantin’de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldığını öğrendik.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi de 1980 yılından bu yana, 90’larda yoğunlaşarak, insanları kayıp etmenin vahşetiyle şan aldı. Geceye tenezzül etmeyen adamlar, çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürdü. Sise güvenleri sonsuzdu. Hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlardı besbelli. Uğursuz tarihimiz maalesef onları haklı çıkardı.

Hiç değilse şunu bildiğimizi itiraf edelim: Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere sarılarak katliamların üstünden ‘aman, bir tatsızlık çıkmasın’ duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır.

Bir insanı kayıp etmek, işkence tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerlisi. Kayıp edilenin dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak. Onu, dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek.

Sevdiği, artık tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Adetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye başlar. Her şey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Konuştuğum bir ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği hop ediyordu. İnsanları kendi umutlarına asıp, kendi umutlarıyla tüketmek, vahşetin en gözü kanlısı.

Bir zamanlar görüştüğüm kayıp yakınlarının hemen hepsi oğullarının, kızlarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için. Para kazanmak için, akşamları televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta kalabilmek için. İnsan kalabilmek için. Onlarla konuşurken, Melih Cevdet Anday’ın iki dizesi dönüyordu durmadan kafamda, iki çelik vida gibi: “Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak/ Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.”

Cumartesi Anneleri, haftalarca coplanarak, gözaltında dayak yiyerek Galatasaray’da toplandı. Artık oraya ayak basmaları yasak. Artık kayıpları; gözaltına alındığı bilinen, görülen, ama yetkililerce reddedilen; nefretle parçalanmış bedenleri kim bilir hangi ırmak yatağına, hangi ormana, hangi çukura atılıvermiş olanları bize hatırlatacak kimse kalmadı orada. Ellerinde oğullarının-kızlarının çoğunluk yoksul bir fotoğrafçı dükkanında çektirilmiş soluk vesikalıklarından büyütülmüş suretleriyle, binlerce yıl yaşlanmış analar, babalar oturmuyor Galatasaray Lisesi’nin önünde. Onlar, belki hâlâ rüyalarında, kayıp evlatlarının bir akşam vakti hiçbir şey olmamış gibi kapıyı çalıverdiğini görüyor. Sevdiğinin ölümünün yasını bile tutmasına izin verilmemiş, kimseden hesap soramayacağını bilerek hayatta kalanlar.

Öte yanda, bir yakını kaybolmadığı için şükrederken her geçen gün kaybettikleri artan insanların toplumu.

Karanlık aralanmadı daha.

İşte bu taşlar, örtbas edilen, hiç yaşanmamışçasına kaydı silinen hayatların dünyamızda bıraktığı uğultulu boşluk üstüne nasıl yeni bir hayat kurabileceğimizi düşünerek yontuldu. Umudun mıymıntılığına asılmadan bu boşluğu nasıl hayatımız kılabileceğimizi tartmaya çalışarak.

Nisyana direnen taşlar, bunlar.

Hatırlıyoruz, biliyoruz, hesabını soracağız diyen taşlar.


1