Recep Hantaş, 14 Nisan 2019 tarihinde Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesinde bulunan Sümerpark’ta ensesine sıkılan kurşunla öldürüldü. Sanık polis memuru Kazım Bozkurt’un ‘olası kast ile öldürme’ suçu uyarınca 25 yıla kadar hapis cezası talebiyle yargılandığı davanın 21 Haziran günü görülen karar duruşmasında “delil yetersizliği” gerekçesiyle beraat kararı verildi.
Hantaş’ın ölümünden bir gün sonra yapılan Valilik açıklamasında Hantaş’ın üzerinde bomba olduğu ve polislerin üzerine doğru koşarak geldiği iddia edildi. Ortaya çıkan görüntülerin bu iddiayı yalanlamasının ardından Hantaş’ın “hırsızlık yaptığı” gerekçesiyle polis tarafından takip edildiğini iddia eden ikinci bir açıklama yapıldı. Şüpheli polis memuru soruşturmanın en başında tutuklandı, 40 gün sonra CİMER’e yapılan bir başvuruyu takiben tahliye edildi ve dava boyunca tutuksuz yargılandı.
Beraat kararıyla birlikte dur ihtarına uymadığı iddiasıyla öldürülen gençlerden birinin daha ölümü cezasız bırakılmış oldu. Recep Hantaş’ın abisi Efe Hantaş, üç yıldır sürecin takipçisi. Her duruşmaya katılsa da mahkeme heyeti tarafından söz hakkı verilmeyen Hantaş ile üç yıldır süren adalet arayışını ve kamu makamlarından beklentilerini konuştuk. 16 Mayıs günü görülen dördüncü duruşma sonrasında yaptığımız bu söyleşiyi, mahkemenin hükmünü açıklamasının ardından paylaşıyoruz. Söyleşinin en sonunda ise hükmün açıklanması sonrasında tekrar görüştüğümüz Efe Hantaş’ın beraat kararına ilişkin düşüncelerini ekliyoruz.
Soruşturmanın en başından itibaren göze batan, göz göre göre gerçekleşen pek çok hukuksuzluk oldu. Örneğin sanığın tutuklandıktan 40 gün sonra bir CİMER başvurusu nedeniyle tahliye olması, Recep’in ölümü adli bir vakayken soruşturma sürecini Terörle Mücadele Şube’nin yürütmesi gibi. Bu hukuksuzlukları siz nasıl yorumluyorsunuz?
Olayı baştan sona şu şekilde özetleyeyim. Benim kardeşim hurdacıydı. Biz hemen hemen on, on beş yıldır hurda işiyle uğraşıyoruz. Şehitlik’te bir dükkânımız vardı, üç kardeşim de hurdacılıkla uğraşıyordu. Ben özel güvenlikçiydim, evliydim ve evden ayrı yaşıyordum. Onlar ise hurdacılık yaparak kendi geçimlerini sağlıyorlardı. Olayın olduğu gece de Recep hurdadaydı. Zaten hurda işi yaptığı için sürekli dükkânına baskın yapılıyordu, gelen mal hırsızlık malıymış diye onu gözaltına alıyorlardı. Diğer bir kardeşimizin IŞİD’e karşı savaşırken öldüğü günden beri sürekli gözaltı, sürekli takip edilmeler… Kardeşim Recep hurdacılık yaptığı için geç saatlere kadar çalışıyordu. Bazen eve gelmeyip gece bile işe çıkıyorlardı, hurda toplayıp dükkâna bırakıp öyle eve geliyorlardı. Recep’in ölümünün öncesinde de Valiliğin oradaki patlamayla [27 Ocak 2018 tarihinde Diyarbakır Valiliği’nin yakınlarında bulunan bir çöp konteyneri içerisinde patlama meydana gelmişti] ilgili Murat kardeşimin dükkânına baskın yaparak onu gözaltına almışlardı. O tutuklandı, cezaevine girdi. Belli bir süre sonra avukatlar aracılığıyla suçsuz olduğu ortaya çıktı da öyle serbest kaldı. Yani bir on gün, on beş gün içeride kaldı.
Recep o gece yine geç saatlere kadar arkadaşıyla birlikte çalışmaya gitmişti, hurda toplamışlardı. Hurdayı topladıktan sonra depoya bırakıyorlar. Yoruldukları için parka gidip bir şeyler yiyip içip öyle eve geleceklerdi. O esnada parka gidip oturuyorlar. Tam kalkıp eve gelecekken önlerine polis çıkıyor, onları çembere alıyor ve dur ihtarı demeden direkt üstlerine gidip ateş ediyor. Onlar da o esnada korkup kaçmaya çalışıyorlar. Arkadaşı yere düşüyor, kendini bankın altına saklıyor. Benim kardeşim daha önce de gözaltına alındığı ve işkence gördüğü için polisi gördüğünde kaçmaya çalışıyor. Her GBT’sine baktıkları zaman ‘siz teröristsiniz, siz şöylesiniz…’ diye küfürler ediyorlarmış. Sürekli gözaltına alıp dövüyor, öyle bırakıyorlardı. Bu işkenceleri sürekli sürekli gördüğün zaman artık ister istemez ben dahi olsam, görsem korkarım kaçarım. Ki kaçmaya çalıştığı esnada çembere düşüyor. Çembere düştüğü zaman dört, beş tarafından ateş ediliyor ona. Tam kendini kurtarmaya çalışırken arkadan ensesine ateş ediyorlar. O esnada yere yıkılıyor.
Ben o gece nöbetteyken kaç defa telefonum çaldı. Beni arayan bir polis. ‘Recep Hantaş’ın abisi misin?’ ‘Evet abisiyim,’ dedim. ‘Recep Hantaş bıçak kavgası etmiş, şu an yoğun bakımdadır, acilen hastaneye gelmeniz lazım.’ Bunu bana bu şekilde söylediler. Gece saat üç, dört gibi beni arıyorlar. Ben de dedim, ‘Nöbetteyim, kimse yok, kime devredip geleyim, ancak sabah gelebilirim.’ Tamam dedi, kapattı. Saat yedi gibi bir daha aradılar, dedim ‘Tamam nöbeti devrediyorum, çıkıyorum geliyorum.’ Ben de ailemi aradım, ailemle birlikte hastaneye gittik. Gittiğimiz zaman polis ablukasıyla karşılaştık. Hemen benim kolumdan tutup çektiler köşeye, ‘Recep’in nesi oluyorsun?’ diye. Dedim, ‘Abisiyim. Filan saatte biri beni aradı polisim diye, hastaneye gelmeniz lazım, kardeşin yoğun bakımdadır. Onu görmem lazım.’ Dedi, ‘Bekleyeceksiniz.’
Hastanenin dışında mı bekletiyorlar?
Hastanenin bahçesinde bekliyoruz. İçeri girmeye müsaade etmiyorlar. Ben dedim gidip bir sorayım, doktorla görüşeyim, neyi var, yoğun bakımdaysa bir görmem lazım. Sonuçta kavga etmiş, biz öyle biliyoruz. Halbuki öldürülmüş, otopsisi yapılmış, morga kaldırılmış. Sadece cenazeyi bize teslim edecekler, onu bekliyorlar. Ben artık iyice ısrar edince beni aldılar içeri götürdüler, dediler ki ‘Burada bekleyin, sizi doktorla görüştüreceğiz.’ Doktorla görüşmeye gittiğim zaman ‘Başınız sağ olsun’ dedi, başka bir şey demedi. Yıkıldık orada. Yani ne diye geldik, neyle karşılaştık. Tamam başımız sağ olsun ama nasıl ölmüş, neyle öldürülmüş? Biz hâlâ bıçak kavgası diye biliyoruz. Polis tarafından öldürüldüğünü daha bilmiyoruz. Vuran kişi kimdir, onu doktora soruyoruz, doktor ses etmiyor, bilgi de vermiyor. ‘Bekleyin sizi bilgilendirirler’ diyor. Artık orada ben bir şüphelendim. Bu bir kavga meselesi değil. Kavga meselesi olsa direkt zaten arkadaşı da bizi arardı. Yani o esnada artık sürekli polisi rahatsız etmeye çalıştık, polis de itiraf etti. ‘Biz bir ihbar almışız, terör ihbarı almışız, o esnada baskına giderken yanlışlıkla Recep’i vurmuşuz.’ Yanlışlıkla dediler bize. ‘Biz yanlışlıkla vurmuşuz’ dediler.
Bunu hastanede mi söylüyorlar?
Evet, hastanede söylüyorlar. Ben dedim, ‘Ben cenazeyi almıyorum.’ Yanımda ablam var bir tek, ben iki kişiyle bu cenazeyi alıp nereye götüreyim? Ailemin gelmesini bekledim. Dayılarım geldi, o sırada bize sürekli baskı yapıyorlar: ‘Hadi cenazenizi alın götürün gömün, hadi cenazenizi alın gömün.’ Cenazeyi teslim ederken de ‘herhangi bir slogan, bir şey yapmayın,’ dediler. Hani yoksa müdahale ederiz dercesine… Sen niye bunu birdenbire söylüyorsun ki? Normal bir adli vakanın propaganda ile ya da sloganlarla ne alakası olur? Hiçbir şey olmaz, cenazemizi alıp götürüp gömeceğiz sadece. Demek ki bunun içinde bir şey var.
Cenazemizi hastaneden aldık yine polis ablukasıyla, gözetlemesiyle. Yeniköy Mezarlığı’na geldiğimizde yine polis ablukası. Tüm kabristanın etrafını sarmışlar, kimseyi içeri almıyorlar. Aile, birinci derece yakın olmadan kimseyi içeriye almıyorlar. Yani cenazemizi gömerken de yine sıkıntılar yaşadık. Polis baskısıyla, zoruyla: ‘Haydi çabuk gömün, yoksa müdahale ederiz, slogan atmayın…’ Yani sen bunu bize yaparken zaten her şeyi özetliyorsun. Kürt olduğumuz için yapıyorsun, zaten Kürt meselesi oldu mu onlar için bitiyor! Biz cenazemizi gömdükten sonra tekrar polis ablukası… Orada slogan atmadığımız, hiçbir şey yapmadığımız halde bu sefer bizi dağıtmaya çalıştılar. Yasımızı tutarken bile taziyenin etrafında akrepleri gezdirdiler. Yas tutmamıza bile rahat verilmedi.
Davacı olduk, şikayetçi olduk. Bir polis tutuklandı başta. Sevindik, yapan kişi tutuklanmış sonuçta. 40 gün içeride kaldıktan sonra oğlu CİMER’e mektup yazıyor, ‘Abisi [daha önce ölen abilerini kastediyor] terör kadrosunda, şöyledirler, böyledirler.’ Onu göstererek CİMER’e mektup yazıyor, CİMER de anında karşılık verip yazışmalar sonrası tutuklu olan polis serbest bırakılıyor. Oysa kanıt ortada; görüntüler var, deliller var, her şey ortada. 40 gün içinde kalkıp İçişleri Bakanlığı’nın emriyle serbest bırakıyorsun. E orada ölen bir insan var? Zaten şu anda bir insanın canı, özellikle bir Kürt gencinin canı değersizdir. Nasıl diyeyim, yani ölen bir can var ama öldüren kişi cezasız kalıyor. Kürtler en ufak bir slogan atıp dört, beş yıl yiyorsa öldüren niye cezasız kalıyor? Ki yapan da belli, her şey ortada, kanıt ortada. Adalet bunun neresinde var? Sen bir sözü terör propagandası sayıp ceza veriyorsun. Ben 2012 yılında bir Kürtçe müzik paylaşmışım, arka plandaki resimden dolayı 1 yıl 6 ay ceza yiyorsam ve işimden gücümden oluyorsam, benim kardeşimi öldüren cezasız kalıyorsa burada bir adalet olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de zaten adalet kaldığını da düşünmüyorum.
İlk duruşmada siz olaydan hemen sonraki hastane sürecini anlatmaya çalışırken hâkim ‘Şikayetçi misin değil misin onu söyle’ diye sözünüzü kesmişti. Siz sonrasındaki her duruşmaya da katıldınız ama söz hakkı verilmedi. Duruşmalarda kendinizi iyi ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz, nasıl geçiyor duruşma günleri sizin için?
Sanık polis, ilk duruşmaya 14-15 korumayla birlikte geldi. Benimle birlikte bir tek kardeşim gelmişti. Telefonuyla oynarken polis üzerimize geldi, onun telefonuna el koymak istedi, ‘fotoğraf çekmişsin’ diye. Adliyede de yine bizimle uğraşmaya çalıştılar ama onlara izin vermedik. Yani kardeşimi bile gözaltına almayı düşünüyorlardı. Neymiş? Fotoğraf çekmiş. Dedim, telefonu aldım gösterdim, ‘buyurun bakın, fotoğraf varsa alabilirsiniz…’ Yok, şüpheli hareketlerinden dolayıymış. ‘Ya’ dedim, ‘yeterince bizimle uğraştınız daha ne uğraşıyorsunuz?’ Daha duruşma başlamadan salonda bu tartışmalar yaşandı. Kahkaha atıyorlar, o sanığı karşımıza getirip bacak bacak üstüne attırıp bir nevi bizi tahrik etmeye çalışıyorlar. Aileyi de getirmemiştim, daha fazla şeyler yaşanmasın diye. Oradan bizi tahrik etmeye çalıştılar. Mahkemeye girdik, bize herhangi bir söz hakkı verilmiyor. ‘Şikayetçi misiniz, değil misiniz?’ Ben olayı anlatmaya çalışırken sözümü yarıda kesip ‘Tamam dinledim,’ dercesine oturttular bizi. İçimizde olan şeyleri zaten anlatamıyoruz onlara. Ki zaten delillerin hepsi ortada olmasına rağmen herhangi bir tutuklama, gözaltı yok. Şu anda zaten tutuksuz yargılanıyor, görevine devam ediyor.
Son zamanlarda çok yaygın yaşanan bir şey de davaların çok hızlı bir şekilde karara çıkması. Bizim dışarıdan gözlemimiz bunun mağdurların hukuk yoluyla hesap sorma sürecinin önüne geçecek noktaya geldiği. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ben de tam olarak böyle düşünüyorum. Çünkü bir davada, ki bu şekilde tüm deliller ortada olduğu halde kendi lehlerine karar vermeleri her şeyi özetliyor. Mağdur olan bir insana kimse gelip sormuyor, ‘Sen nasılsın, durumun nasıl?’ Ya da savcı da gelip sormuyor mağdur olan tarafa o davayla ilgili nasıl bir araştırma istediklerini. Tarafların biri devlet görevlisi olduğunda, yani örneğin polis, jandarma, asker kişi olduğu zaman onları kolluyorlar.
Dava hem hızlı yürütülmüş oldu hem de gizli saklı gibi… Yargılama sürecinde pandemi bahane edilerek gazeteciler duruşma salonuna alınmadı, izleyiciler alınmadı. Basına yönelik bu engellemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben gazetecilerin yaptıkları haberleri takip ediyorum. İlk duruşmaya girmek istedikleri zaman savcının onları terslemesi, ‘yalan haber yapıyorsunuz’ demesi yanlıştı. Haberleri herhalde takip etmiyorlar. Zaten herhangi bir yalan haber olsaydı o zaman dava açılırdı, gözaltına alınırlardı. Gazetecileri bırakmıyorlar ki gazetecilik yapsınlar, doğru düzgün görevini yaptırtmıyorlar. Gerçek konuşan, doğru yapan kişiyi zaten içeri atıyorlar.
Gazetecilerin, sivil toplumun bu tür davaları takip etmesi lazım tabii. STK’lar olsun, dernekler olsun bu tür davalarda ailelerle birlikte olduğu zaman savcı bu tür bir destekten etkilenir. Ama bu destekleri görmüyoruz. Kendi davamın da hiçbir duruşmasında yanımızda destek görmedik. Duruşmaların takip edildiğini de görmedik. Yani tamam yanımızda bulunmuyorlar ama en azından takip edilmesini isterdik. Şu anda bu tür davalarda ancak kamuoyu baskısıyla başarı elde edebiliriz, baskı olmazsa onlar da kendi bildiğini yapar. Oysa kanıtlar, deliller, görüntüler her şey ortadadır.
Toplu halde mücadele edilirse daha iyi olur. Tek tek mücadele edince nereye kadar? Karşındaki insan ona bakıp zaten zayıf görüyor. En basit örneği Şenyaşar ailesi. Deliller, her şey ortada ama tek başına mücadele ediyorlar. Bir aile dağıldı sonuçta, onun tek başına yürüteceği mücadele ne kadar sonuca ulaşabilir? Bu tür olayları yaşayan kişiler bir araya gelse bir yere varacağını düşünüyorum, ama tek tek bir yere varmayacak. Kemal Kurkut davasında bir kalabalık oluşursa sanık titrer, ama öyle olmuyor. Bakın, benim de duruşmam oldu. Tek başına geldim, ben ne kadar ses getirebilirim ki? Ben kendimi yırtsam ses getiremem ama bir kalabalık olduğu zaman, destek olduğu zaman gündeme gelir ama işte olmuyor.
Savcı esas hakkında mütalaasında sanık polis memuru hakkında ‘olası kastla öldürme’ suçu uyarınca 25 yıla kadar hapis cezası istedi, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu da bir oyundur, ben buna da inanmıyorum. Sadece gözdağı olsun diye, bir nevi adaletin olduğunu ispatlamak için ceza istendi, o şekilde kaldı. Madem ki 25 yıla kadar isteniyorsa senin onun tutuklu yargılaman lazım, şu anda içeride olması lazım. Ne malum kaçmayacağı? Sen 25 yıl istiyorsun, ne malum gitmeyeceği? Ama bize müsaade etmiyorlar ki bunu dile getirelim. Avukatlar aracılığıyla dile getiriyoruz ama avukatları da dinlemiyorlar. Avukatlar geçen duruşmada biz sanığın tutuklanmasını istiyoruz dedi, savcı reddini istedi, reddedildi. En azından şu anda tutuklu olması lazımdı. Ama serbest, elini kolunu sallıyor, tekrar görevine devam ediyor. Helin Şen için aynısı geçerli, sanık yine tutuksuz yargılanıyor.
Helin Hasret Şen var, Kemal Kurkut var, Medeni Yıldırım var…
Ve çoğu davada sanık tutuksuz yargılanıyor.
Dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ya da zırhlı araçlarla öldürülen pek çok genç var. Bu ölümlerin bu kadar sık yaşanıyor olması size ne düşündürüyor?
Bir kere dur ihtarı maddesinin kalkması lazım. Dur ihtarına uymuyorsa evine git baskın yap, evinde gözaltına al o zaman. Bırak gitsin, dur ihtarına uymuyorsa bırak gitsin. Ki zaten artık devir teknoloji devridir, sen araştırıp rahatlıkla onu bulabiliyorsun. Sıkma o zaman kurşun. Polis yetkisinin kısıtlanması lazım. Memurlar kendini devlet zannediyor, sen ona bir şey dediğin zaman ‘Ben devletim’ diyor. Oysa o da benim gibi, senin gibi bir vatandaş sadece. Dur ihtarına uymayan insanları çoğunlukla dur ihtarına uymadı diye öldürüyorlar, bahane olarak onu gösteriyorlar. Ama hedef farklıdır, hedef başkadır. Onların kendini kurtarması için bir bahane yalnızca.
Diyelim ben dur ihtarına uymadım. Bana kurşun sıkma, gel beni evimden al. Bırak ben kaçayım o zaman, gel evimden al. Ki o da eğer ben gerçekten suçluysam. Ama bahane farklıdır, onların hedefi farklıdır. Bir genci öldürüyorsun, neymiş dur ihtarına uymadı diye öldürdüm. Neymiş, mağduru suçlu duruma düşürüyor, kendini haklı çıkarıyor. Normalde bir insanın canının bu kadar değersizleşmemesi lazım. Bu tür olayların çoğu özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşanıyor. Kemal Kurkut örneğin, bu kadar insanın gözünün önünde, üzerinde hiçbir şey olmamasına rağmen, dur ihtarına uymadı diye öldürdü. Ki aralarında da 20 metre fark ya var ya yok. İsteseler orada her türlü gözaltına alabilirler ama neymiş dur ihtarına uymadı diye. Sen ‘Biz Kürt gencidir diye öldürdük’ diyemiyorsun ama ‘Dur ihtarına uymadı diye öldürdük’ diyorsun. Bu tür olaylarda dediğim gibi çok insanımız gitti, dur ihtarına uymadılar diye.
Gençler polisten neden kaçıyor sizce?
Gençler sürekli gözaltına alınıp işkence gördükleri için polisin eline düşmek istemiyor. Benim rahmetli kardeşim Recep, sürekli anlatıyordu: ‘Beni sürekli gözaltına alıyorlar hırsızlık bahanesiyle, beni dövüyorlar. Gece bizi alıyorlar sabahın köründe bizi bırakıyorlar.’ Yani ben nereye başvursam da yine beni suçlu gösterecekler, kendilerini haklı gösterecekler. Benim kardeşim zaten bunu daha önce kaç defa dile getirmişti.
Ben bir ara annemdeyken polis geldi, Recep’i soruyor. O gün de Recep evdeydi, dedim ‘Evdedir, hayırdır?’ Kardeşimle birlikte aşağı indik, filan kişiyi Recep’e soruyorlar. ‘Filan kişi nerededir, sen biliyorsun…’ Kardeşim dedi, ‘Tanımıyorum, bilmiyorum.’ Yine zorla üzerine gittiler, ‘Sen tanıyorsun, nasıl tanımıyorsun?’ Ya dedim, ‘Benim kardeşim tanımak zorunda mıdır sizin dediğiniz kişiyi?’ ‘Yok biz biliyoruz o tanıyor.’ Benim kardeşim diyor ‘Tanımıyorum, bilmiyorum.’ Öyle bırakıp gittiler. Yani bizim Kürt gençlerimizin onlardan kaçmalarının sebebi bellidir zaten. İşkenceler gördükleri için, sürekli dayak yedikleri için… Artık şu anda ben bile onları görünce yolumu değiştiriyorum.
Ben gözaltına alındığımda dediler ki, ‘İmza at, sen terör propagandası yapmışsın, itiraf et.’ Dedim, ‘Neyin terör propagandasını yapmışım bana söyleyin.’ İşte filan tarihte Facebook’ta paylaşım yapmışsın. Kürtçe bir müziktir, müzik. Bir müzikten mi bu kadar korkuluyor? Bu neyin propagandası olabilir?
Recep’in öldürülmesinin ardından yapılan Valilik açıklamasına karşı Yeni Yaşam gazetesine verdiğiniz bir demeçte, ‘İnandırıcı değil, zaten kardeşim tehdit ediliyordu,’ demiştiniz. Tehdit edilmesine ilişkin süreç, hırsızlık bahanesiyle sürekli gözaltına alınmasıydı, değil mi?
Valiliğin ilk açıklaması zaten şöyleydi: Recep polislerin üzerine yürümüş, elinde bomba varmış, ‘Bomba!’ diye bağırmış, polislerin üzerine yürüdüğü için polisler onu öldürmüş. İkinci açıklamada ise hırsız olduğu söylendi. Yani bir nevi ‘Zaten hırsızdı, vurun geçin’ dercesine… Vali, kanıt olmadan, net bilgi edinmeden nasıl bu şekilde açıklama yapar? Benim kardeşim hırsız da olsa hırsızı öldüremezsin ki. Benim kardeşimin üzerinde hiçbir şey olmadığı görüntülerde var. Yüzündeki de ilk söyledikleri gibi maske değil. Soğuktu o gün, banyo yapmıştı, üşütmesin diye atkıyı başının etrafına sarmış, zaten görüntüde bellidir. Bankta oturuyor. Çembere alındıktan sonra hangi tarafa gitse polis zaten etrafında olduğu için polislerin üzerine yürümüş gibi olur. Valiliğin açıklamasının gerçek olmadığı zaten belliydi.
Adalet mücadelenizi yürütürken siz neler yaşıyorsunuz, bu süreçle nasıl başa çıkıyorsunuz? Recep’in ölümünden sonra gündelik hayatınızda ne değişti, bu süreç sizi nasıl dönüştürdü?
Kardeşimin ölümünden sonra benimle de uğraştılar. Öncesinde özel güvenlikçi olarak çalışıyordum, sitelerde özel güvenlik personeliydim. Bir bahane bulup da 2012 yılında paylaştığım Kürtçe müzikten dolayı özel güvenlik kartımı iptal ettiler, dava açıldı, bana 1 sene 6 ay ceza verildi.
Recep’in öldürülmesinden sonraki dava takip sürecini de hep ben yürüttüm. Benim annem dilsiz sağır. Babamı 2013’te kaybettik. Bizim aile içerisinde kimse fazla okul okuyamadı. Aile içerisinde liseyi bitiren bir benim, bir de iki tane küçük kız kardeşim var. Onlar okudu, ortaokulu bitirdiler. Sonra devam etmediler. Ben de ailenin bütün yükünü kendim üzerime aldım. Davalar olsun, devletle resmi işler olsun hep ben takip ediyorum, ben üzerinde duruyorum.
Size ‘terör örgütü propagandası’ suçlamasıyla verilen ceza ertelendi mi?
Beş yıl boyunca denetimli serbestlik uygulayarak ertelediler. Yani cezaevine girmedim. Ama özel güvenlikten atıldım, işimden oldum. Şu anda herhangi bir devlet kurumunda da çalışamıyorum artık o sebepten dolayı. Kardeşim Recep’in ölümünden sonra aradan daha bir sene geçmeden diğer kardeşimi de kaybettik, ikinci kardeşimi, Murat Hantaş. Onun ölümü de bize şüpheli geldi aslında, yapan kişi şu an ceza aldı fakat bir insan bir insanı sebepsiz yere 14 bıçak darbesiyle öldürmez. Ki tanımıyoruz, aramızda husumet yok.
Fail ne yönde ifade verdi, neden öldürdüğünü söyledi?
İfadesi sürekli çelişkiliydi. Daha önce kavga etmişler de, onu dövmüşler de, ‘Ondan dolayı o gün onu gördüm, vurdum,’ dedi. Ondan sonra ikinci ifadesinde, ‘Ben bu şahsı tanımıyorum, kendileri orada kavga ediyordu, ben araya girdim onu ayırdım,’ dedi. Yani onun ifadeleri de sürekli çelişkiliydi. Biz de araştırdık, soruşturduk. Bizim bu insanlarla hiç husumetimiz olmadı, tanımıyoruz etmiyoruz. Bu iki kardeşimin ölümünden sonra psikolojik olarak çöktük. Annem dilsiz sağır olduğu için zaten kendini ifade edemiyor, derdini de anlatamıyor. Dışarıya çıktığımızda korkuyor, bizi bırakmıyor dışarı çıkalım, ‘sizi de öldürürler’ diye. Yani basit değil iki evladını bir sene içinde kaybetmek. Psikolojik destek de göremiyor, derdini de anlatamıyor, yani artık haliyle korkuyor. Karanlık çöktüğü gibi bizi evde görmek istiyor. Polis gördüğü zaman korkuyor, asker gördüğü zaman korkuyor. Zaten baba yok. Yani biz bu süreçte bayağı çöktük, yıprandık. Herhangi bir destek de almadık, kendimizi sahipsiz hissettik ister istemez.
Siz mahkemede de bir adalet mücadelesi yürüttünüz, her duruşmayı takip ettiniz, davayı haberleştirmeye ve gündemleştirmeye çalışıyorsunuz. Tüm bu süreçte size iyi gelen, umut veren şeyler oldu mu hiç?
Bu süreçte sadece kendimi çok yalnız hissettiğimi biliyorum. Bir sene içinde iki kardeşimi kaybettiğimde etrafımda destek veren kişilerin bulunmasını isterdim. Hem aile içerisinde olsun hem dış çevredeki arkadaşlar olsun destek görmeyi isterdim. Bu süreçte kendimi çok yalnız hissettim. Mahkemeye her geldiğimde buruk buruk dönüyorum. Yani burada herhangi bir umudum yok. Ki zaten onların ceza vereceğini de düşünmüyorum. Ben sadece buradaki sürecin, iç hukukun bitmesini istiyorum. Gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de taşıyacağım bu olayı. Yarın öbür gün benim de başıma bir olay geleceğini bilsem dahi yine de bu olayın peşini bırakmayacağım. Çünkü benim kardeşim suçsuzdu ve suçsuz yere öldürüldü. Hiçbir suçu olmamasına rağmen öldürüldü ve bu davanın cezasız kalmasına izin vermeyeceğim.
Kendiniz ve aileniz için failin cezalandırılması dışında başka bir beklentiniz var mı devletten, kamu makamlarından? Bir özür, kabullenme, yüzleşme olmasını ister miydiniz?
Tabii ki. Hani hastanede dediler ya bize, yanlışlıkla vurduk. En azından devlet yetkililerinden, siyasilerden de ‘Yanlışlıkla oldu’ demelerini beklerdik. Aileyi ziyaret etmelerini, bir özür dilemelerini, en azından ‘Tamam biz yaptık, cezalandıracağız’ demelerini beklerdik. Biz bunları onlardan beklerdik. Özellikle validen beklerdim, görevden ayrılmadan evvel, ‘Ben kanıta varmadan açıklama yaptım, özür dilerim. Yanlışlıkla vurulmuş,’ demesini beklerdim.
Ne hissederdiniz sizden özür dilense?
Zaten işlenen suçun cezasız kalmaması lazımdır, bunu zaten beklerdik. Hiç olmazsa en azından insan biraz rahatlardı işte. ‘Vurdular, yapan kişiyi tutukladılar, bir nevi de olsun az da olsa bizi yalnız bırakmadılar, özür dilediler,’ derdik. Ama yapılmadığı zaman bunu bir ayrımcılık olarak görüyorsun kendine. İnsan bunları görünce anlıyor ki yasalar taraflıdır, Kürt’e gelince başka türlü işler.
Herkes bize diyor, ‘Kaçın gidin buradan’ ama biz nereye gidelim, nasıl gidelim? 2020’de Hatay’a gittik bu baskılardan dolayı. Murat kardeşimin ölümünden sonra kendimiz bile korktuk. Sürekli sağımıza solumuza bakıyorduk. Annem kapının dışına çıktığımızda ağlıyordu ‘Gitmeyin’ diye, gitmiyorduk mecburen. Pazara bile biz üç kişi beraber gidiyorduk. Düşündük, biz böyle nereye kadar devam edeceğiz? Bir abim burada bir de ben. ‘Ben yapamam’ dedim. Bir sene Hatay’da kaldım, dayanamadım.
Türkiye’nin herhangi bir şehrine gidersen de aynı baskıyı görürsün çünkü seni fişlemiş zaten, üzerine çarpıyı atmış. İsteseler seni her şekilde yıldırırlar, her bilgi zaten onların elinde. Ya ülkeyi terk edeceğiz ya da burada kalıp mücadele edeceğiz, başka yolu yoktur.
Hükmün açıklanmasından sonra tekrar görüştüğümüz Efe Hantaş, beraat kararına itiraz edeceklerini söyledi ve şöyle devam etti: “Sanığın herhangi bir ceza alacağını düşünmediğimi daha önce de söylemiştim. Böyle bir kararı zaten bekliyordum fakat öfkelenmemek yine de elde değil çünkü insanın içi yanıyor. Bir insanın suç işledikten 40 gün sonra serbest bırakılması zaten adaletin bittiğini göstermişti bize. Ben buradaki sürecin bitmesini bekliyorum. Hukuk mücadelesi adına ne gerekiyorsa yapacağım. En son çare zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmak olacak, bize sadece o yolu gösteriyorlar.”