Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
28.03.2025

Onarıcı Adalet Söyleşileri (8): 28 Mart Olayları ve bir avukatın tanıklığı

<< TÜM HABERLER

 

Söyleşi: Esra Kılıç 

2000’li yıllarda Kürt çocuk ve gençlere yönelik yaşam hakkı ihlalleri, Türkiye’nin insan hakları hafızasında derin yaralar açtı. Hafıza Merkezi olarak yürüttüğümüz Adalet İyileştirir projesi kapsamında, bu dönemde yaşanan ağır ihlallerin özgün dinamiklerini anlamaya çalışıyoruz. Bu söyleşi, dönemin en sembolik olaylarından biri olan 28 Mart 2006 Diyarbakır Olayları ile bu olaylar sırasında meydana gelen ölümlere dair açılabilmiş tek dava olan Mahsum Mızrak ve Enes Ata Davası’nı konu alıyor.

Söyleşiyi, olaylar sırasında hem Diyarbakır Barosu Ceza Muhakemesi Kurulu (CMK) Koordinatörü hem de Türkiye İnsan Hakları Vakfı gönüllüsü olarak sahada aktif biçimde yer alan Av. Barış Yavuz ile gerçekleştirdik. Mızrak ailesinin avukatlığını üstlenen Yavuz ile olayların yıldönümünde bir araya gelerek 28 Mart Diyarbakır Olayları’nı, Mahsum Mızrak’ın ölümüne dair yargılama sürecini ve bu sürecin siyasal ve yargısal alandaki etkilerini konuştuk.

Dava sürecine dair daha detaylı bilgiye failibelli.org adresinden ulaşabilirsiniz.

28 Mart sürecini nasıl görüyorsunuz? İşkenceyi belgeleyen bir avukat olarak, bunun yanında, bu protestolarda yaşam hakkı ihlallerine dair açılan tek davayı takip eden bir avukat olarak o günleri nasıl hatırlıyorsunuz?

28 Mart’a bugünden dönüp baktığımda fark ediyorum ki, Recep Tayyip Erdoğan bugün ne söylüyorsa, o gün de aynısını söylüyordu. O günler için bir milat diyebiliriz. Çünkü Erdoğan “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereği yapılacaktır” dedi — ve bu söylemin ardından ölümler yaşanmaya başladı.

2003–2004 yıllarında Avrupa Birliği’ne uyum süreci yoğun bir şekilde ilerliyordu. Özellikle bizim burada bambaşka bir hava esiyordu. Artık gözaltındaki kişilere ulaşmak, bilgi almak mümkündü. AİHM kararlarının ardından yeniden yargılamaların önü açılmıştı. Bu gelişmeler hepimize çok iyi gelmişti. Ama sonra, 28 Mart 2006’da cenazelerin gelmesiyle birlikte inanılmaz şiddetli bir dönem başladı. Cenazelere yasaklar getirildi, güvenlik güçleri saldırılarda bulundu. Cenazelerdeki eylemlilik tüm kente yayıldı. Bugün böyle bir şey tekrar yaşanır mı, inanın bilmiyorum. 2015’te bile çatışmalar sadece belirli bölgelerdeydi. Ama 2006’da neredeyse tüm karakollar çevrilmişti ve sadece karakolları korumaya çalışıyorlardı. Dışarıdan takviye kuvvetler getirilmişti.

Benim için unutulmaz anlardan biri şuydu: Baroda, CMK odasında oturuyordum. Kafamı çevirdiğimde, Elazığ Caddesi’nde uygun adım yürüyen yaklaşık 150–200 kişilik bir asker taburunu gördüm. Başlarında bir komutanla bir yere doğru ilerliyorlardı. Valinin askerden yardım istemesi İl İdaresi Kanunu’nda düzenlenmiştir. İlk kez bu olayda Vali askerden yardım talep etmişti. Bu süreci, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin — ya da Erdoğan’ın — dönüşümünün başlangıcı olarak görebiliriz. Erdoğan’ın gerçek yüzü o zaman ortaya çıktı. Çok bilinen bir fotoğrafı vardır; işte o fotoğraf o zaman çekildi. Hatta ben Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada, Erdoğan’ın “azmettirici” olarak ifadesinin alınmasını ve dosyaya taraf olarak eklenmesini talep etmiştim. O dönemin başbakanı olarak, “Kadın da olsa çocuk da olsa bunun hesabını verecektir” diyerek azmettirmiştir. Bu beyan öncesinde polis tamamen savunma pozisyonundaydı. Düşünün, Avrupa Birliği kriterleri konuşuluyor, insan hakları gündemde. Jandarma bile insan hakları dergisi çıkarıyor. JİHİDEM (Jandarma İnsan Haklarını İnceleme ve Değerlendirme Merkezi) isimli bir birim, insan hakları izlemeleri yapıyordu. “İşkenceye sıfır tolerans” sözü vardı. İşkenceyle ilgili soruşturmalarda izinler veriliyordu. AİHM’den gelen dosyalar sayesinde yeniden yargılama yolları açılmıştı. Ama bir anda bütün bu gelişmeler durdu. Ve yepyeni bir döneme girdik.

Kent genelinde şiddet ve müdahaleler

Müdahalelerin yoğunluğundan bahsedebilir misiniz biraz? Askerden yardım istendiğini söylediniz, onların yöntemleri muhtemelen farklıydı. Tüm şehrin caddelerine, sokaklarına yayılan şiddeti gözümüzde canlandırabilmemiz için biraz anlatır mısınız?

Olaylardan sonra Diyarbakır Barosu olarak bir rapor yayınladık. Benim bizzat tanıklık ettiğim bir olayda, insanları duvara dönük bekletme şeklinde bir işkence uygulanıyordu. Yine Erdoğan’ın beyanından sonra ölümler ve gözaltılar yoğun biçimde başladı. Kadın-çocuk ayırt etmeksizin kitlesel gözaltılar yapılıyordu. “Taş atan çocuklar” söylemi de ilk kez o süreçte ortaya çıktı. Çocuklara bir anda örgütlü yapı içindeymiş gibi davranılmaya başlandı.

Biz baro olarak bu olayların ardından 600 kişi için CMK sisteminden 60 avukat görevlendirdik. Avukatlar, yaptıkları görüşmelerden sonra insanlara uygulanan işkencelerden bahsettiler. Örneğin, bir polis yaralanmışsa, onun yaralandığı bölgede yakalanan eylemcilere inanılmaz işkenceler yapılıyordu. Gözaltına alınanların büyük kısmı serbest bırakılıyordu; serbest bırakılanları adliyenin birinci katındaki baro odasına alıyor, fotoğraflarını çekiyor, vücut diyagramlarını çıkarıyorduk. Tüm bu vakalar için belgeleme faaliyeti yürüttük. İşkence nedeniyle çok sayıda suç duyurusunda bulunduk ama bunların hiçbirinden sonuç alamadık. Çünkü o karmaşada ne biz dosyaları takip edebildik, ne de gözaltına alınan kişilerin kendi avukatları takipleri sürdürebildi.

O günlerde kimsenin güvenliği sağlanamıyordu. Eve giderken bile seni kimin durduracağı belli değildi. Polis mi, jandarma mı, yoksa göstericilerden biri mi? Kim olduğuna dair bir güven göstergesi gerekiyordu. Bu, biz avukatlar için bile büyük bir sorun yaratıyordu. Çünkü bir yanda araba yanıyor, öbür yanda banka şubesi yağmalanmış. Bir sokakta bir market yağmalanmış, içeride yangın var. Koşuyolu’ndan geçtiğim bir anı hatırlıyorum: O zaman orada Ziraat Bankası vardı, yanında da sonradan iflas eden bir market. İkisi de yağmalanmıştı ve yanıyordu. Diyarbakır’da ilk kez bu olayların ardından düğme ile çalışan otomatik kepenk sistemleri kullanılmaya başlandı. 2006’dan sonra tüm ATM’lere ve banka şubelerine uygulandı bu sistem.

O sırada ben Baro’nun CMK Koordinatörüydüm, Avukat Serhat Eren ile birlikte. Başta sadece olayları izliyorduk. Ama Erdoğan’ın “Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” açıklamasından sonra gözaltı haberleri gelmeye başladı. O günlerde telefonum hiç susmuyordu. 4–5 gün boyunca neredeyse 24 saat uyanıktık, ayaktaydık. Sürekli telefon geliyordu: “Şu kişiye ulaşamıyoruz”, “Bu kişi gözaltında”, “Şuraya müdahale edildi”, “Bu kadar kişi alındı”... Böyle bir beş gün geçirdik. Sadece kayıtları derlemekle meşguldük: Kimler gözaltına alındı, hangi avukat nereye gitti... Bu verileri toplamaya çalıştık. O dönem herkesin durumuna ulaşabildiğimizi düşünüyorum. 

Mahsum Mızrak’ın kaybı, morg süreci ve polisle gerilim

Enes Ata, Mahsum Mızrak

Enes Ata ve Mahsum Mızrak öldürülen kişilerden ikisi. Mahsum’un bedenine günler sonra ulaşıldı.

Mahsum’un babası Hasan Bey, olayların ikinci ya da üçüncü günü bize geldi, oğlunu arıyordu. Biz elimizdeki listelerden gözaltı birimlerindeki kişilere ilişkin bilgilere ulaşabiliyor, bu bilgileri avukatlarla birlikte ailelere iletiyorduk. Ama Mahsum’un hiçbir kaydı yoktu. Hastaneleri aradık, karakollara sorduk, yine de bir bilgiye ulaşamadık.

Hasan Bey bize geldikten yaklaşık üç gün sonra, akşam saat 7–8 gibiydi, baro odasında rapor yazıyorduk. Telefonla aradı, “Oğlumu buldum, morgdayım” dedi. Raporu bırakıp hemen devlet hastanesine gittik. Bizden önce polisler oradaydı. “Mahsum Mızrak’ı görmek istiyoruz” dedik. Gördük, evet, oydu. “Cenazeyi almak istiyoruz” dedik, “Vermeyiz” dediler. “Bu gece defnedeceksiniz” dediler.

Biz otopsi yapılmasını istedik ama “Otopsi yapıldı” dediler. “Nasıl yapıldı, daha yeni buldunuz?” dedik. “Yok” dediler, “üç gündür burada, otopsi de yapıldı. Fotoğrafları, videoları, her şeyi var” dediler. Olaylar yeni yeni yatışmaya başlamıştı ve yeniden alevlenmesin diye gece defin dayatması yapılıyordu. “Eğer bu gece defnedilmezse, yarın bu kentte cenaze töreni yaptırmayız” dediler.

Biz hastanedeyken bir polis vardı. Ardından 10–15 panelvan geldi, her birinden 4–5 polis indi. En son biz avukatlar tabutun bir yanında, polisler diğer yanında konuşmaya başladık. Polis “Bu cenaze bu gece gömülecek” dedi. Ben de “Hayır, bu gece gömülmeyecek” dedim. O sahne hâlâ gözümün önünde. Polis, “Eğer bu cenaze bu gece gömülmezse benim silah kullanma yetkim var, kullanırım” dedi. Ben de “Sen beni tehdit edemezsin. Bu cenaze ailenin kararıyla defnedilecek. Bu gece mi olur, yarın mı olur, onlar karar verir. Ben otopsi istiyorum, video istiyorum” dedim.

O dönem özel yetkili savcılar vardı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kapanmıştı. Başsavcı vekili beni aradı: “Avukat bey. Benim ismim bu, sicilim bu. Yarın benim yanıma geliyorsunuz. Ben size otopsinin videosunu, fotoğraflarını, olay tutanaklarını, dosyadaki bütün bilgi belgeleri vereceğim. Sizden ricam bu gece gömün”. 

Otopsi, deliller ve dosyanın izinin sürülmesi

Biz o gece gece TİHV Kurucular Kurulu üyesi ve adli tıp profesörü Dr. Ümit Biçer’i aradık. Ne yapmamız gerektiğini sorduk. Cenazenin fotoğraflarını çekmemizi istedi. Mahsum’un cenazesi Diclekent taraflarında bir camiye getirildi. Bir avukat arkadaşımız yıkama sırasında içeri girerek fotoğrafları çekti ve Biçer’e gönderdi. O da “Bunlar ölü morluklarıdır” dedi.

Sonrasında mezarlığa gidecektik ama arabamızın lastiği bıçaklanmıştı. Kocaman bir bıçak izi vardı. Beş avukat olarak arabanın içinde bekledik. Cenazeye geç kaldık. Sırf orada bir şey olmasın, dikkat çekmesin diye lastiğimizi bıçakladılar. Cenaze gece yarısı, yağmur altında defnedildi. Mahsum’u o şekilde uğurladık.

Otopsi üç gün önce yapılmıştı. Ama gerçekten çok düzgün yapılmıştı. Bugün hâlâ Mahsum Mızrak’ın ölümüne dair delillerin izini sürebiliyorsak, bunu o otopsinin videosuna borçluyuz.

13 kişi hayatını kaybetti, 300 kişi yaralandı. Bu çok büyük bir olay. Ancak sadece Enes Ata ve Mahsum Mızrak’a dair hukuki süreç başlatıldı. Bunun sebebi neydi?

Bu tamamen takip meselesiydi. Enes Ata dosyasını İnsan Hakları Derneği, Mahsum Mızrak dosyasını ise Diyarbakır Barosu olarak biz takip ettik. Özellikle Mahsum Mızrak özelinde söyleyebilirim ki, o gece her şeyi göze alıp riski üstlenmemiz, tabutun başındaki o tartışmayı yaşamamız, dosyanın bize verilmesini ve bizce takip edilmesini sağladı.

Otopsi videosunu izlediğimizde, Mahsum’un kafatasından çıkarılan parçanın tüm görüntülerine ulaşabildik. Oradan seri numaraları gibi birçok veri elde ettik. Kafatasından çıkan parçanın bir gaz fişeği olduğu ortaya çıktı. Çünkü gaz fişeğini yalnızca emniyet teşkilatı kullanıyordu. Böylece bu artık bir terör soruşturması değil adli bir soruşturma haline geldi.

Videoda gördüğümüz numaraları tek tek kaydedip, bunların seri numarası olduğunu belirterek Emniyet’ten kayıtları istedik.

Bu dosyanın takip edilebilir olmasının en büyük nedeni, o döneme ait tüm bilgi ve belgeleri emniyetten alabilmiş olmamızdı. Gelen bütün birliklerin, çevik kuvvetin, askerin kaç silahla geldiklerine kadar; hatta o silahların alındığı ihalelere ilişkin belgeleri bile getirtebildik.

Yani bu otopsilerde, gaz fişeklerinin iki çocuğun bedeninden çıkarılmış olması mı bağlantıyı kurmamızı sağladı?

Mahsum Mızrak’ın şakağında kocaman bir delik vardı. Otopsi videosunda içeride mavi bir parça görülüyordu. Ardından saçlı deri kaldırıldı, kafatası açıldı. O bölge hiç bozulmamıştı. O mavi parçayı tekrar içeride gördük. Sonra onu çıkartıyorlar, getiriyorlar, çıt diye masaya koyuyorlar. Tüm bu anları videoda izledik.

Adli emanette delil kaybı ve cezasızlık taktikleri

Bu otopsi sayesinde parçanın Mahsum’un kafasından çıktığına dair en ufak bir şüphe kalmadı. Hatta üzerindeki izleri bile görebildik. Yivli bir silahtan atıldığını anladık. Üzerindeki numarayı aldık, fotoğrafını çekip dilekçeye ekledik. “Bakın, parça kafatasının içindeydi, şimdi dışarıda, üzerinde bu numara var. Bunu bize bulun” dedik. Buldular ve “Bu seri numarası şu üç polis memuruna zimmetli mühimmata aittir” cevabı verildi. Biz de sorduk: “Bir mühimmat nasıl olur da üç polise birden zimmetlenir?”

Yıllar sonra, parçanın üzerindeki numaranın aslında bir seri numarası değil, üretim partisinin numarası olduğu ortaya çıktı. Yani o ay içinde üretilen fişeklerin numarasıymış. Bunun üzerine mahkemeye şunu sorduk: “Madem bu bir parti numarasıydı, o zaman üç polis ismini nasıl verdiniz? Bu polisler kobay mıydı?” Aslında bu yöntemle dosya bilinçli şekilde muğlaklaştırılıyor ve ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesine zemin hazırlanıyordu.

Yani devlet, her şeyi bilerek bizimle karşı karşıya gelmişti. Bu, Tahir Elçi dosyasında da böyleydi. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, iç hukukta bir sonuca ulaşmamız neredeyse imkânsızdı. Bu tür davalarda sanki devletin içinde özel bir ceza hukukçuları ekibi varmış gibi hissediyorsunuz. Bizim sunduğumuz her delile ya da argümana karşı, mutlaka bir karşı hamle geliştirmeyi başarıyorlar. Hakikate yaklaştığımız her noktada, mutlaka bizi oradan uzaklaştıracak bir yol buluyorlar.

Bu dosyayı da böyle boğdular. Boğdular, evet. Bugün Anayasa Mahkemesi üyesi olan Selahattin Menteş de bu dosyaya bakan hakimlerden biriydi. Dosyada aslında en başta beraat kararı verilecekti. Gerekçeleri de belliydi: “Şüpheden sanık yararlanır, silahın özellikleri tespit edilemiyor” gibi ifadeler. Biz ise parti numarasından yola çıktık; mühimmatın alındığı ülkeyi, faturasını ve faturadaki silah numarasını Google üzerinden araştırarak bulduk. Bu silahın teknik özelliklerini, yiv-set ayrıntılarını dosyaya sunduk.

Yiv-set özelliğinin olması ne anlama geliyor?

Silahta yiv-set özelliği olduğu zaman, tabancanın iğnesi olur ve ateş edildiğinde, iğnenin vurduğu yerde bir iz kalır. Ayrıca mermi, çekirdekten ve kovandan oluşur. Kovan bir yerden sonra dışarı atılır, çekirdek ise içerden gider. Bu gidiş sırasında dönerek hareket eder ve dönme sırasında halkanın içinde sürtündüğü için üzerinde izler oluşur. Böylece hem kovanın hem de çekirdeğin üzerinde izler kalır. Bu izlerden balistik inceleme ile silah eşleştirmesi yapılabilir. Yani bir kovanın ve çekirdeğin hangi silahtan çıktığını anlayabilmek için, o merminin yiv-set özelliğine sahip bir silahtan atılmış olması gerekir.

Bu dosyada ise, kafatasından çıkan parça adli emanette değiştirildiği için silah eşleştirmesi yapılamadı. Adli emanette bulunan parça, av tüfeğine aitti ve av tüfeklerinin yiv-set özelliği olmaz. Ama aslında ilk aşamada, yukarıda da anlattığım gibi, biz parçanın yivli bir silahtan atıldığını Google arama motorunda yaptığımız araştırmayla bulmuştuk. Bunun üzerine mahkemeye fatura sunduk ve faturanın nereden geldiğini araştırdılar. Bu şekilde bir kademe daha ilerleyebildik. 

Adli emanetten sorumlu kişiler de polis olduğu için, bu parçanın doğrudan polis eliyle değiştirildiği anlamına mı geliyor? Siz, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği ve Diyarbakır Barosu olarak, en başından itibaren tüm delillerin izini sürdünüz. Bu çabaların karşısında, cezasızlık pratiğini sürdürmek ve cezasızlık rejimini tahkim etmek üzere geliştirilmiş yargısal bir taktik mi vardı?​​

Biz ne zaman bir adım atsak, hemen karşımıza yeni bir engel çıkardılar. Her ilerleyişimizde mutlaka bir şey getirildi önümüze. En sonunda da beraat verdiler. Parçanın değiştirildiğini ise yıllar boyunca hiç bilmedik. Bu kadar soğukkanlı bir şekilde değiştirmişler; haberimiz olmadı. Ne zaman yapıldığını hâlâ bilmiyoruz. Ta ki biz mahkemeyi ikna edip dosyayı jandarma kriminale gönderince, ancak o zaman anladık.

Adli emanette sorumlu olan polis memurları hakkında suç duyurusunda bulundunuz mu?

Tabii. Suç duyurusunda bulunduk ama zamanaşımına uğrattılar.

Zamanaşımına esas alacak suç tarihini nerden başlattılar?

Son emanet makbuzunun düzenlendiği tarihi esas aldılar.

Ama aslında suçun ne zaman işlendiğini bilmiyoruz, değil mi?

Evet, bilmiyoruz. Biz “yakın zamanda değiştirilmiş olabilir” desek bile, onlar bunu geriye dönük yönlendirebiliyorlar. Çünkü emanetin alındığı bir tarih var. 

Delilleri onlar kaybediyor, sonra delil yetersizliğinden beraat kararı veriliyor. Bu başlı başına ironik. Delilleri kaybeden polisler hakkında zamanaşımından soruşturma açılmıyor. Sonrasında ne oldu?

İstinaf, Mahsum Mızrak’ın kardeşlerine iddianamenin tebliğ edilmediği gerekçesiyle kararı usulden bozmuştu. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir ihlal kararı verdi. Ben de orada bilinçli bir taktik uyguladım. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu yasalaştıktan sonra yürürlüğe gireceği tarihten bir gün önce, AİHM’e başvuru yaptım. Yani hakikaten bizler de örgütlü bir şekilde çalışabilsek, biz de çok şey yapabiliriz.

Sanki bu bir yargılama değil, satranç oyunu gibi. Davalar açıldı ve kapandı. Toplam 40 duruşma yapılmış. Mahsum Mızrak davası tek başına 21 duruşma sürmüş, sonra Enes Ata davasıyla birleştirilmiş. Şu anda dava süreci ne durumda?

Yargıtay, 2023’te beraat kararlarını onadı. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yaptık, henüz sonuçlanmadı.

Tüm bu süreçte, sizin yoğun çabalarınızla bazı aşamalar kaydedildi. Bu iki dava sizce 28 Mart Diyarbakır olaylarının aydınlatılmasına ne kadar katkı sundu? Davaya dönüşmeyen soruşturmalara dair bir şey söyleyebildi mi?

Bu iki dava bile tek başına, o dönem iktidarın nasıl bir hukuki bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor. Bu, devlet açısından yeniden hukuk dışına çıkma pratiklerinin başlangıcıydı. Aslında devletin böyle bir mekanizması her zaman var. Biz ne diyelim? Erdoğan ile devletin barıştığı, anlaştığı ve devletin bütün mekanizmalarının herkese karşı kullanılmaya başladığı zaman bu zamandır diyebilirim.

Son olarak, bu dosyada uygulanan cezasızlık stratejisi, cezasızlık rejiminin tahkimi açısından nasıl bir önem taşıyor sizce?

Bu dosya, devlet nezdinde cezasızlıkla ilgili bir eğitim modülü varsa, orada örnek olarak kullanılabilecek bir dosyadır. Bir dava ancak bu kadar sistemli şekilde cezasızlıkla sonuçlandırılabilir. 

Ne olmuştu? 

2006 yılının Mart ayında, Diyarbakır’da yaşanan protestolar ve ardından gelen sert kolluk müdahalesi, yalnızca o dönemdeki hak ihlallerini değil, aynı zamanda Türkiye’de devletin güvenlik politikaları, çocukların cezalandırılması ve cezasızlık pratiğinin dönüşümünü anlamak için de kritik bir eşiğe işaret ediyor.

24 Mart 2006’da Muş ili Şenyayla kırsalında güvenlik güçleri tarafından öldürülen 14 PKK üyesinden dördünün cenazesi, Malatya’dan Diyarbakır’a getirildi. Cenazeler sırasında mezarlık üzerinde uçan F-16’lar, mezarlık dönüşü yaşanan polis müdahalesi ve sonrasında başlayan protestolar bir haftaya yayıldı. Diyarbakır’dan sonra Mardin, Batman ve Siirt’e sıçrayan protestolarda 5’i çocuk 13 kişi yaşamını yitirdi. 563 kişi gözaltına alındı; bunların 200’ü çocuktu. 382 kişi tutuklandı, bunların da 91’i yine çocuktu.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” açıklaması, sürecin seyrinde belirleyici oldu. Olayların yaşandığı günlerde bir yandan da TBMM’de Terörle Mücadele Kanunu’nda (TMK) değişiklik görüşmeleri sürüyordu. Gösterilerin ardından çok sayıda gösterici örgüt üyeliği, örgüt propagandası, toplantı gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet etmek, kamu malına zarar vermek gibi suçlamalarla yargılandı ve ceza aldı.

Protestolar sırasında hayatını kaybeden ya da yaralanan kişilere dair yürütülen soruşturmalar ise sürüncemede bırakıldı. Bunlardan yalnızca Enes Ata (8) ve Mahsum Mızrak’ın (17) ölümüne dair dava açılabildi.

Mahsum Mızrak ve Enes Ata Davası

Enes Ata ve Mahsum Mızrak’ın 30 Mart 2006 tarihli otopsi raporlarında, ölüm nedenlerinin ateşli silah mermisi (gaz fişeği) yaralanması olduğu ve bedenlerinden gaz fişeği çıkarıldığı belirtildi. İki ayrı dosya üzerinden yürütülen soruşturma sürecinde, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü’nden olay günü gaz fişeği kullanılıp kullanılmadığını; kullanıldıysa hangi silahlardan atıldığını ve bu silahların kimler tarafından kullanıldığını bildirmesini istedi. Emniyetten gelen yanıtta, olay günü kullanılan ve gaz fişeği atan silahların üç polis memuruna zimmetli olduğu belirtildi. Bu polis memurları hakkında Diyarbakır Valiliği soruşturma izni vermedi. Ancak Mahsum Mızrak bakımından, yapılan itiraz üzerine Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi Valiliğin kararını kaldırdı. Enes Ata bakımından ise, soruşturma izni verilmemesi kararına itiraz süreci yıllarca sürdü.

Mahsum Mızrak’a ilişkin iddianame, 3 Kasım 2009 tarihinde hazırlandı ve aynı gün kabul edildi. Davanın ilk duruşması 14 Ocak 2010’da Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Sanıkların tutuksuz yargılandığı 21 duruşmanın ardından, 9 Aralık 2013’te Enes Ata ve Mahsum Mızrak davalarının birleştirilmesine karar verildi. Enes Ata davasının ilk duruşması, birleşen dosya kapsamında, Mahsum Mızrak davasının 13 Mayıs 2014 tarihli 22. duruşmasında görüldü.

Yargılama sürecine, adli emanetteki delillerin kaybolması ve değiştirilmesi damgasını vurdu. Mahsum Mızrak’ın kafasına saplanarak ölümüne neden olan gaz fişeği yerine, adli emanete av tüfeği fişeği konulduğu ortaya çıktı. Enes Ata’nın ölümüne neden olan fişek ise adli emanette kayboldu. Ata’nın üzerindeki kanlı tişörtün, herhangi bir mahkeme kararı olmadan polisler tarafından imha edildiği belirlendi. Ayrıca, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nün 2015 yılında mahkemeye gönderdiği bir yazıyla, olay gününe ait tüm telsiz konuşma kayıtlarının imha edildiği anlaşıldı. Katılan avukatlarının talebiyle delillerin kaybına ilişkin başlatılan soruşturmalar ise takipsizlikle sonuçlandı.

Yargılama sürerken, Mızrak ailesi AİHM’e başvurdu. 18 Ekim 2016’da sonuçlanan başvuruda, AİHM Türkiye’yi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi uyarınca “yaşam hakkını ihlal etmekten” ve “etkin soruşturma yürütmemekten” sorumlu buldu.26 Nisan 2018 tarihli 40. duruşmada, sanık polisler Hayrettin Akar, Bilal Özkara ve Nuri Özgenç hakkında, “yeterli delil elde edilemediği” gerekçesiyle olası kastla öldürme suçundan beraat kararı verildi.

Dava sürecine dair daha detaylı bilgiye failibelli.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Hafıza Merkezi olarak yürütmekte olduğumuz "Adalet İyileştirir" projesiyle, 2000'li yıllarda Kürt meselesi bağlamında işlenen ağır insan hakları ihlallerinin özgün dinamiklerini anlamaya çalışıyoruz. Somut olarak odaklandığımız konu, 2000-2015 yılları arasında Kürt çocuklarına ve gençlerine yönelik yaşam hakkı ihlalleri. Amacımız, bu ihlallerin özellikle çocuklar ve gençler üzerinde yarattığı şiddet sarmalına karşı, onarıcı adalet temelli bir yaklaşım geliştirmek. Bu doğrultuda, onarıcı adalet yaklaşımına dair teorik ve uygulamalı farklı perspektifleri tartışmaya açmak için bir söyleşi serisi düzenliyoruz.

Serinin diğer söyleşileri için:

▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (1): Adaletsizliğin yapısal boyutları ve onarıcı diyalog
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (2): Kolombiya, Meksika ve geçiş dönemi adaletinin dönüşümü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (3): Geçmişle yüzleşmek, daha adil toplumları inşa etmek
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (4): Adalet, hakikat ve hikaye anlatıcılığının gücü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (5): Onarıcı adaletin çocuk haklarıyla ilişkisi ve yerel yönetimlerin rolü
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (6): Bir süreç olarak onarıcı adalet
▶ Onarıcı Adalet Söyleşileri (7): Çocuk hakları, dayanışma ve onarım

 

AB logo

Bu söyleşi Adalet İyileştirir projesi kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Hafıza Merkezi’ne aittir ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.