Diyarbakır’da 6 Çocuk 4 Sokak, Hafıza Merkezi’nin “Geçmişten Öğrenmek Bugünü Değiştirmek” isimli proje kapsamında gençlerin hikayelerini anlattığı bir çalışmadır.
“Geçmişten Öğrenmek Bugünü Değiştirmek” projesi kapsamında hakikat ve yüzleşme konularında gençlerin farkındalıklarını arttırmaya yönelik seminerler ve gençlerin kendi çevrelerinde uygulayacakları küçük ölçekli projelere yönelik destekler uygulandı. Projenin ana fikri, hakikat, adalet ve yüzleşme tartışmasına kendilerine özgü yaklaşım ve yaratıcılıkları ile 18-25 yaş aralığındaki gençlerin dahil edilmesiydi.
Aşağıda, proje katılımcısı 6 gencin hikayelerini içeren projeye dair kısa raporu bulabilirsiniz.
2006 Newroz’unun hemen ardından 24 Mart 2006 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Muş Merkez, Diyarbakır Kulp, Bingöl Genç ve Solhan ilçeleri arasında bulunan alana yönelik düzenlediği operasyonda on iki PKK gerillası yaşamını yitirdi.
Bu saldırıdan, sonra çeşitli kaynaklarda saldırının kimyasal silah ile yapıldığını ifade edildi. Teşhis için Malatya Adli Tıp Kurumu’na giden ailelerin cenazelerinin vücutlarının kararmış ve yanmış olduğu bilgisi kimyasal silah kullanıldığı şüphesini daha da güçlendirmiş oldu. Haberin duyulması ile başta Diyarbakır olmak üzere bölgede gergin bir atmosfer oluştu.
Bu saldırıda yaşamlarını yitiren 4 gerilla da Diyarbakırlıydı. Malatya Devlet Hastanesi’nde yapılan otopsi işlemlerinden sonra 28 Mart 2006 tarihinde Diyarbakır’a getirildi bu cenazeler. Cenazelerin Medine Bulvarı üzerindeki Şefik Efendi Camisi’ne getirileceğini duyan bazı Diyarbakırlılar burada toplanmaya başladı. O gün Diyarbakır’da kepenkler açılmadı, öğrenciler okullara gitmedi, kent neredeyse tatil olmuştu. Bunun üzerine çevre illerden de getirilen panzer ve TOMA’lar kentin çeşitli yerlerine yerleştirilmişti.
Gerilla cenazeleri camiden alınıp Yeniköy Mezarlığı’nda defnedildi. Kalabalık dönüşte Medine Bulvarı üzerinde bulunan 10 Nisan Karakolu’na vardığında önleri TOMA ve panzerlerle kesildi. Emniyet güçleri su sıkarak ve gaz atarak kalabalığı dağıtmaya çalıştı. Kalabalık arasından bu müdahaleye taş ve Molotof atarak karşılık verenler oldu.
Çatışmalar, barikatlarla desteklenerek Bağlar başta olmak üzere, Kuruçeşme, Mardinkapı, Melikahmet, Oryıl semtlerine yayıldı.
Bunun üzerine polis gerçek mermi kullanmaya başlar. Polis kurşunları ile ilk olarak Mehmet Akbulut (17) ağır yaralanarak D.Ü. Tıp Fakültesi’ne kaldırılır. Mehmet Akbulut yapılan müdahalelere rağmen 31 Mart’da yaşamını yitirir.
Çatışmalar kentin merkezi yerlerinde devam eder. Sakarya Caddesi üzerindeki evlerinin balkonunda bulunan Abdullah Duran bu defa polis kurşunlarının hedefi olur. Hastaneye kaldırılan Abdullah Duran (9) kurtarılamayarak yaşamını yitirir. Aynı gün içinde Mehmet Işıkçı (19) da polis kurşunları ile yaşamını yitirir.
Bu kez aynı camiide Abdullah Turan, Tarık Atakaya ve Mehmet Işıkçı için cenaze törenleri gerçekleştirilir. Kalabalık ilk günden sonra bu kez de 3 cenaze ile Yeniköy Mezarlığı’na doğru yürüyüşe başlar. Camiye yakın olan 10 Nisan Polis Karakolu’ndan müdahale edilir.
Bu müdahale ile teyzesinin evine gitmek için sokağa çıkan Enes Ata (8) kurşunların hedefi olur. Çatışmalar Medine Bulvarı, Emek Caddesi, Hatboyu Caddesi, Sakarya Caddesi Cezaevi Mevkisi, Urfakapı, Mardinkapı, Sunay Caddesi, Koşuyolu Parkı civarında boyutlanarak devam eder.
Tam da bu anda “çocuk da olsa, kadın da olsa gereği yapılacaktır” diyerek Başbakan Tayip Erdoğan sürece müdahale eder. İki gün süresince devam eden çatışmalarda yaşamlarını yitirenlere yenileri eklenir.
29 Mart 2006’da Lise 3. sınıf öğrencisi Emrah Fidan (17), öğleden sonra saatlerinde il merkezinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonrasında ateşli silah yaralanması sonucu yaşamını yitirdi.
17 yaşındaki Mahsum Mızrak’ın da son görüldüğü tarih 30 Mart. Ailesi 4 gün sonra cansız bedenini ancak morgda buluyor.
Kent içinde cenazelerin kaldırılması yasaklandı. Sokağa çıkma yasağı getirildi. Diyarbakırlı olan Savunma Bakanı; “Güvenlik güçlerimiz, huzur ve asayişin sağlanması için her türlü tedbiri almıştır, almaya devam edecektir”, diye izah eder durumu.
Aynı şekilde Kızıltepe, Siirt ve Batman’da da gerilla cenazelerinin defnedilmesi sürecinde olaylar çıkar Batman’da ise Fatih Teke (3) yaşamını yitirir. 28 Mart’da başlayan olaylar 2 Nisan’a kadar devam eder. Bu süreç içinde Diyarbakır, Kızıltepe ve Batman’da 7’si çocuk 14 insan yaşamını yitirir.
28 Mart-5 Nisan tarihleri arasında Diyarbakır’da 563 kişi gözaltına alınır, bunların 200 tanesi 12-18 yaş arasıdır. Bu çocukların 91 tanesi tutuklanarak çeşitli cezaevlerinde uygunsuz koşullarda tutulmaya başlanır. Kamuoyu ise bu tarihten sonra “taş atan çocuklar” ifadesini ve çocuk mahpuslar gerçeği ile yüz yüze gelir.
Abdullah Duran (9): “İlköğretim öğrencisi: 29.03.2006 tarihinde saat 17.30 sıralarında, ailesiyle birlikte ikamet etmekte olduğu evin balkonundan sokaktaki olayları izlemekte olan Abdullah Duran, güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu yaşamını yitirdi.
Amcası Mehmet Duran, olayın gerçekleştiği anda balkonda ayrıca diğer yeğeni Eyüp Duran’ın ceketinin de isabet aldığını belirtiyor. Otopsi tutanağına göre, ateşli silah mermisi ile kalp ve her iki akciğer yaralanmasından gelişen iç kanama ve kanama şoku sonucu öldü.”
“Yeğenim Abdullah Duran 29.03.2006 tarihinde Diyarbakır Merkez, Sakarya Caddedesi, Duran Apartmanı Kat 2 No 2 de bulunan 2.kattaki evlerinin balkonunda iken polis kurşunu ile vuruldu. Sakarya Caddesi’nde gösteriler vardı. Benim evim de Abdullah Duran’ın babasının evinin karşısında. Babası da benim evdeydi. Sokak karışık olduğu için Abdullah, Eyüp ve Vedat’ı alıp Mahmut Duran’ın evine çıkardım, üzerlerine de kapıyı örttüm. Annelerine de çocuklar dışarı çıkmasın diye tembihledim.
Evdeydim, Eyüp Duran eve geldi, üzeri kandı. “Amca Abdullah’ı öldürdüler” dedi. Nasıl vurulduğunu sorduğumda, “polisler silah sıktı,” dedi.
Eyüp’ün bana anlattığına göre; ben evden çıktıktan sonra Eyüp, Abdullah, Vedat evin balkonuna çıkıyorlar. Bu sıra açılan bir ateşle gelen mermi Eyüp’ün ceketinin ön tarafında bulunan düğme yerine yakın girip gömleğinin bir düğmesini alıp ceketin diğer yerinden çıkmış. Aynı mermi yeğenim Abdullah’ın sol kolundan girip kalbin olduğu yerden geçerek sağ koldan çıkarak ölümüne neden olmuş. Bulunduğu binanın 2 katı. Yerden de 30 metre yukarıda.” (Abdullah Duran’ın amcası Mehmet Duran)
“Alınan bilgiye göre, Sakarya Caddesi üzerinde çıkan olaylar sırasında, evinin damında bulunan 12 yaşındaki Abdullah Duran adlı çocuk kurşunla öldürüldü.”(*)
29.03.2006 tarihinde Sakarya Caddesi üzerinde bulunan evimizdeydim. Kardeşim Abdullah, Eyüp, kız kardeşim Seher evdeydik. Evde bizden başka kimse yoktu. Annem ve babam amcamlara gitmişlerdi. Kardeşim balkonda vuruldu. Kardeşim balkona çıkmış, ben bu arada yan odadaydım. Polisler aşağıda ateş etmişler.
Eyüp giderek babama kardeşim Abdullah’ın vurulduğunu söyledi. Sonra babamlar gelip kardeşimi hastaneye götürdüler…
Polisler kendilerine taş atan vatandaşlara silah sıkıyorlardı. (Vedat Duran – Kardeşi)
“O gün evdeydim. Benden başka oğlum Abdullah, Eyüp, küçük kızım Seher vardı. Evimizin önünde cadde üzerinde çok polis vardı. Polisler ile insanlar çatışıyordu. Çocuklar ile televizyon izlerken ben mutfağa bulaşık yıkamaya gittim. Bulaşık yıkarken silah sesleri geldi. Balkona geldiğimde oğlum Abdullah’ın kalbinden vurulduğunu gördüm. Bu sırada eşim de Mehmet Duran isimli amcamlara gitmişti. Çocuklar dışarı çıkmasın diye dış kapıyı kilitlemiştim.”
“Bizim evin önünde 2-3 gün polisler ile vatandaşlar çatıştılar. Ben polisleri ateş ederken gördüm. Polisler vatandaşlara doğru silah ile ateş ediyorlardı. Bizim ev 3. Katta. Zemin üzeri 2. Kattır. Ben çocuğum vurulmuş olarak evimden alt kata indiğimde tanımadığım biri çocuğumu hastaneye götürdü.” (Şahide Duran-Annesi)
Mardin’deki bir toplantıda konuştuk, Kürtlerin tarihinde acılı sayfalar çoktur, bu süreç de onlardan biridir. Unutulmaması için, bu çocukların ölümlerinin unutulmaması için, eğitim iş kolunda örgütlü olmamızdan dolayı dil ile de ilgiliyiz. Asimilasyona dair çalışmalarımız var, Kürtçe’nin eğitim dili olması için çalışmalarımız var.
Bunları da böyle birleştirerek hem öldürülen küçük çocuklarımızın anısına, bu çocukların anısını yaşatmaya ve bu acıların yaşanmamak üzere unutulmamasını sağlamak. Ve hem de dil ve edebiyat alanında çalışma için Abdullah Duran Öykü Yarışması’nı yapmaya başladık (savaş uçaklarının sesleri sesimizi bastırıyor). (**)
İHD olarak Mart 2006 tarihinde yaşamını yitiren 10 kişiden 8 tanesinin mahkemesini takip ediyoruz. Sadece Enes Ata için dava açıldı. Davalar açılmadı, açılanlara takipsizlik verildi. Zaman aşımının dolması bekleniyor açıkçası. 20 yıl dolduktan sonra düşürüyorlar. Çok sayıda delil olmasına rağmen maalesef hiçbir soruşturma yürütülmedi. Failler yükselerek görevlerine devam ediyor. (***)
Abdullah Duran davasında AİHM ‘yaşam hakkı İhlali’nden dolayı Türkiye’yi mahkûm etti. İhlal kararı verdi. Diğer 6 dosya da şu an karar aşamasında. Onlardan da kısa zamanda ihlal kararı çıkmasını bekliyoruz. AİHM kararları iç hukuk için hiçbir şekilde etkili olmuyor. Türkiye’de “ben tazminatımı öder ihlallere de devam ederim”, mantığı ile yürüyor. Etkili olmuş olsaydı böylesi ölümler de yaşanmazdı.
Abdullah Duran davası sonrası etkili bir yürütme işlemi yapılmış olaydı sonraki ölümler yaşanmazdı. Berkin Elvan ve diğerleri… Bunu yapan polisler ceza almayacaklarına çok emin bir şekilde bunu yapıyorlar. Birisi cezalandırılsa diğerlerini de etkileyecektir. (***)
(*)istanbul.indymedia.org
(**) İsmail Dindar – Eğitim-SEN Diyarbakır
(***) Av. Rehşan Bataray – İHD Diyarbakır
Emrah Fidan (17), Lise 3. sınıf öğrencisi: 29.03.2006 tarihinde öğleden sonra saatlerinde il merkezinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonrasında ateşli silah yaralanması sonucu Dicle Üniversitesi Tıp Fak.’de yoğun bakım ünitesinde tedavi altına alınmış ve 03.04.2006 ‘da saat 08:00 sıralarında yaşamını yitirmiştir (ekteki 03.04.2006 tarihli otopsi tutanağına göre, kişinin ölümünün, ateşli silah saçması ile beyin kanaması sonucu meydana gelmiş olduğu…).
İHD’ye başvuruda bulunan baba Medeni Fidan, şu beyanda bulunmuştur: “…Oğlum Emrah Fidan, 29.03.2006 günü saat 15:00 sıralarında evden çıktı ve akşama doğru eve gelmediği için meraklandık.
O nedenle hastanelere gidip sorduk. Devlet Hastanesi Acil Servisinde bana üzerinde “Emrah Fidan” isminin yazılı olduğu bir belge gösterdiler. Hemşirelerle odalara baktık ancak bulamadık. Bunun üzerine karakollara gidip sorduk, Emniyet Müdürlüğüne gidip sordum ve oradaki bir polis bana, “….git oğlunu Osman Baydemir’den sor!..” şeklinde bana bağırdı ve beni kovdu.
O gece oğlumun izine hiçbir yerde rastlayamadım. Ertesi gün tekrar Devlet Hastanesine gittim. Oradaki polis bana, oğlumun ayağından hafiften yaralanmış olduğunu söyledi. 30.03.2006 tarihinde D.Ü. Tıp Fakültesi’ne gittik ve sorduk. Bize önce elbiselerini gösterdiler; pantolonunun arka cebinde kimliği de vardı; buna rağmen Nurşin Doğanşahin ismiyle hastaneye girişi yapılmış.
Yoğun bakım servisinde kaldı ve 03.04.2006 günü sabah saat 08:00 sıralarında yaşamını yitirdi. Oğlumu öldüren güvenlik güçlerinden şikayetçiyim… (İHD Raporu)
Çocuğum 18 yaşında lise son sınıfı öğrencisi iken öldürüldü. Çocuğumun kim tarafından öldürüldüğü bellidir. Devletin faillerin açığa çıkarmasını istiyorum. Acım hala taze ve büyüktür. Failler bulunursa ancak dinecektir acım.” (Babası Medeni Fidan)
8 yıldır bu acıyı çekiyorum. Sen de bir evlat sahibi olarak çektiğim acımın farkında mısın? 8 yıl oldu hala oğlumun katillerini bulamıyorsa Türkiye Cumhuriyeti devleti, sen nasıl bir Başbakansın? Türkiye Emrah’ı öldürdüğünü kabul etmiyor, ‘Biz öldürmedik’ diyor. Cumhuriyet Savcılığı da diyor ki ‘senin çocuğunun kuşunla ölmesi tespitlidir, ama kimin kurşunu ile öldürdüğünü tespit edemedik, araştırıyoruz’ diyor. (Babası Medeni Fidan)
“2006 yılında Diyarbakır’daydım. Avukatlığımın ilk yılıydı. Olaylar olduğunda eve gitmekte çok güçlük çekiyorduk. Aklımda kalan, ilk defa Baro tarafında Çocuk Şube için görevlendirilmiştim. Karşılaştığım manzara korkunçtu, hepsi çocuk ve hepsi işkenceden geçmişti, hepsinin bir yerlerinde morartı ve üzerlerinde başka işkence izleri vardı.
Aç bekliyorlar diye simit almıştık avukatlar olarak. O sahneyi de hiç unutmuyorum. O dönemde Terörle Mücadele Şube’ye götürüyorlardı ifadeleri alınıp tekrar Çocuk Şubeye getiriliyorlardı. İşkenceye dair de çok keskin tespitler var.
Aileler dosyalar ile ilgili bilgi almak için zaman zaman gelirler. Dün Enes Ata’nın ailesi buradaydı. Aileler ile ara ara görüşüyoruz… Bu kadar zamandan sonra ailelerden de bir beklenti kalmadı. AİHM kararlarından da bir rahatsızlık duyuyorlar. AİHM mahkumiyetinden sonra Türkiye tazminat veriyor ve tazminat dan sonra da bir gelişme yaşanmıyor. “Tazminat için bu mücadeleyi yürütmedik” diyerek o tazminatı da almak istemiyorlar. Failler bulunsun yargılansın istiyorlar.” (**)
“Emrah Fidan’ın (17) ölümüne ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından etkili bir soruşturma yürütülmemesi üzerine avukatlar AİHM’e 2012 yılında başvuruda bulundu. “(***)
(*) Babası Memed Fidan
(**) Av. Rehşan Bataray – İHD Diyarbakır
(***) Yasin Kobulan – DİHA muhabiri
Enes Ata (8) : “İlköğretim öğrencisi. 28 ve 29 Mart tarihlerinde güvenlik güçlerince yaşam hakları ihlal edilen 3 sivil yurttaşın 30 Mart 2006 tarihli cenaze töreni esnasında çıkan olaylar esnasında, güvenlik güçlerinin tekrar ateşli silah kullanması sonucu, Kuruçeşme semtinde vücuduna isabet eden mermi sonucu yaşamını yitirmiştir.””Enes zaten 8 yaşında. Daha yeni ilkokula başlamıştı. Bizimle olan bir resmi bir de vesikalık resmi var. Enes’in annesi ondan dört yıl önce vefat etti. Enes gayet sağlıklı, çalışkan, derslerini yapan, okuluna meraklı olan bir çocuktu yani. Abisi var, zaten diğer eşimden üç çocuğum var. Enes’len birlikte beş oluyor, dört tane erkek çocuğum var.” (*)Okulu eve yakın, teyzesine de yakındı. Zaten olaylar olduğunda okullar kapalıydı. Kapalı olduğu için eve gelmişti. (*)
Biz de o gün bir arkadaşın evine gittik yemek yedik, sonra geldik. Olaylar yatışmıştı, olay felan bir şey yoktu. Sakindi yani. Dedi “teyzeme gideyim”, baktım bir şey yok… Tabi önceki gün balkonda olayları izleyen başka insanlar varmış, kurşun oraya gelmiş, orada biri ölmüş (Abdullah Duran -9) onunla beraber üç kişi daha vurulmuş. Onların cenazesi varmış. Bu dediklerin Kuruçeşme bölgesinde oluyor. (*)
Okulu zaten boştu kimse yoktu. Teyzeme gittim, teyzem de dedi buraya da gelmemiş, sonra diğer oğlumla başka yerlere baktım. Bulamadık. Ondan sonra saat 3 civarı falan ben teyzesini aradım dedi “gelmedi,” sonra aramaya çıktım, okuluna gittim. (*)
“28 Mart olaylarında Enes’in karşıdan karşıya geçtiğini gördüm. Koşarak geçiyordu. Fakat elinde taş falan yoktu. Medyanın yansıttığı gibi ‘Taş atan çocuk’ değildi. Kesinlikle elinde taş yoktu. Sadece karşıdan karşıya geçiyordu. O esnada polis karakolunun önünden silah sıkıldı. Enes’i kalbinden vurdular. Elinde taş yoktu. Polis kasten vurdu. Bunlar çocuk canavarıdır. Enes kesinlikle taş atmadı. Sadece karşıdan karşıya geçmek istedi ve o esnada vuruldu” (**)
“Enes yaralandığında onu ben kucağıma aldım. Enes Ata’yı kucağıma aldım hastaneye yetiştireyim derken başıma gelmedik şey kalmadı. 2006’dan bu yana 5 kez adres değişikliği yapmak zorunda kaldım. Neymiş, ‘Sen misin çocuğu kurtaran? Sen misin ambulans çağıran? Sen misin hastaneye yetiştiren?’ diyerek başıma getirmedik kalmadı.”
“Enes’in yerinde başbakan da olabilirdi. Sonuçta yerde yatan bir candı. Erdoğan çıkıyor Filistin’deki çocukları düşünüyor. Başta kendi ülkendeki çocukları düşün. Enes’in elinde ne vardı vurdunuz. Başbakanın talimatı ile polis ve askerler tarafından 10 kişi Diyarbakır sokaklarında öldürüldü. Başbakanın talimatı ile bunlar vuruldu.” (**)
“Katildir bunlar. Hepsini beyinlerinden kalplerinden vurdu. Keskin nişancılar ile vuruldular. Rastgele vurulmadılar. Halen de psikolojim bozuk. Halen de Enes’in vücudu kucağımda gibi. Ben o günden sonra psikolojik tedavi görmeye başladım.
Hem Enes’in katledilmesinden dolayı hem daha sonrasında tehdit edilmemden dolayı psikolojik tedavi görüyorum. 2000’den bu yana yüzlerce çocuk katledildi. Koşuyolu Parkı, Ceylanlar, Abdullahlar, Mizginler, Enesler, Berkinler, Berfinler, hepsi öldürüldü.” (**)
Sonra dediler telefon açmışlar birileri Enes’i birinin kucağında görmüşler televizyonda.
Yani her şey ortada, polisin vurduğu bellidir… Hani bunların katilleri bulunsa öbür ölümlere karşı caydırıcı olur. Bunlar ceza almış olsaydı yani caydırıcı olurdu. Başka ölümler olmazdı… Kürt çocukları olarak 500 ölümden konuşuluyor… Vursunlar “kaderdir”, sokak ortasında öldürsünler “kaderdir”, acaba onların çocukları olsaydı kaderdir derler miydi? O bürokratların çocukları olsaydı böyle derler miydi? Üstelik benim verdiğim vergilerle maaş alan kişiler tarafında vurulma insana daha acı veriyor. Validir, polistir, emniyet müdürüdür, benim, yani halkın verdiği vergilerler maaş alıyorlar, korumaları mı gerekir, yoksa? Teknoloji bu kadar ilerlemiş, isteseler 24 saat de bulurlar katilleri. (*)
2012 yılında dönemin valisi Mustafa Toprak imzalı bir tebligat aldım. Tebligatta soruşturmaya izin vermediklerini söylüyordu. Bu nedenle karara itiraz ettim. İtirazım kabul edildi. 8 yıl sonra savcı ancak iddianame hazırladı.(*)
(…)
“Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Diyarbakır Şubesi, kentte meydana gelen olaylar sırasında açılan ateş sonucu yaşamını yitiren Enes Ata’nın (6) anısına Kırklardağı Tepesi’nde Uçurtma Şenliği düzenledi. “ (*****)
Enes Ata’da yetim bir çocuktu, onun ismine de Enes Ata Uçurtma Şenliği’ni yapmaya karar verdik. Ve her sene Nisan/Mayıs aylarında, baharda, okullarda çocukları alıp, daha önce Kırklar dağı’nda yapıyorduk. Sonra orası inşaat alanına dönünce, şimdi son 3 yıldır Newroz alanında yapıyoruz.
Burada da özellikle, bu tür bir etkinliğe, maddi durumu uygun olmayan kenar mahallelerindeki okullardan çocuklar getiriyoruz. Birçok etkinlik yapıyoruz o gün; şenlik havasında, yemek içecek bir şeyler, müzik, balonlar, davul zurna, çeşitli gösteriler, yarışmalar da katarak içine bir uçurtma şenliği yapıyoruz. Baya da ilgi görüyor. Bu da gelenekselleşti. (İsmail Dindar-Eğitim-SEN/Diyarbakır)
Enes Ata davasında da uzun yıllar hiçbir şey yapılmadı, uzun süre soruşturma açılmadı, itirazlarımız sonrasında soruşturma kararı çıktı. Ne olacağını kestiremiyorum, çok yavaş yürüyor. Bakalım dava sonucunda ne olacak, takip ediyoruz. Diğer dosyalarda da etkin soruşturma yürütülmediği için AİHM’e taşıdık. (*****)
“Savcılık olayların yaşandığı tarihte Diyarbakır Emniyeti Özel Harekat Şubesi’nde görevli olup daha sonra Ankara’ya atanan Hayrettin Akar, Bilal Özkara ve Nuri Özgenç’i şüpheli bulup soruşturma izni için Diyarbakır Valiliği’nden izin istedi. Dönemin Valisi Mustafa Toprak ise “Enes Ata isimli şahsın ölümüne neden olan gaz fişeğinin Diyarbakır kuvvesine kayıtlı silahlardan hangisinden atıldığı ve silahı hangi personelin kullandığının belli olmadığı, olayın olduğu sırada hangi personelin nerede görevli olduğuna dair bir iç görevlendirme yapılmadığı…” gerekçesi ile savcılığın talebine 25 Temmuz 2012 tarihinde ret cevabı verdi. Karar üzerine avukatlar Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi’ne itirazda bulundu.
Mahkeme, 4 Aralık 2012’de, valiliğin kararını kaldırarak, üç polis hakkında soruşturma izni verdi. Mahkeme, Enes Ata’nın “Gaz fişeğinin çarpması sonucu kalp ve mide yaralanması, iç kanama ve kanama şoku sonucu” yaşamını yitirdiğini, öldürücü ateşin yakın mesafeden yapıldığını belirterek, “Ata’nın ölümüne neden olan gaz fişeğinin adı geçen görevlilerce atılmış olabileceği şüphesi doğduğundan ve ön inceleme raporu ile eki belgelerin ciddi bulgu ve belgelerle dayalı olduğu ve soruşturma yapılmasını gerektirecek nitelik ve yeterlilikte olduğu…” kararı verdi. 2013 yılında Diyarbakır Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianamede, Ata’nın ölüm sebebinin gaz fişeği olduğu belirtildi.”(*****)
(http://www.ihd.org.tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/el-raporlar-mainme…)
(*) Selahattin Ata (Babası)
(**) Enes Ata’nın vurulmasına tanık olan ve kendisini araca koyarak hastaneye götüren Cengiz Kırtak
(****) Yasin Kobulan – DİHA muhabiri
(*****) Av. Rehşan Bataray – İHD Diyarbakır
(******) http://eski.bianet.org/2006/05/15/79070.htm
Mahsum Mızrak (17) : Öğrenci/PVC ustası, camcı. “Görgü tanıklarının, 30.03.2006 günü 10 Nisan Polis Karakolu tarafından gözaltına alındığına tanıklık edilmesine rağmen, ailesi, Karakollara, Baroya, İHD’ye, Emniyet Müdürlüklerine ve hastanelere başvurularda herhangi bir netice alamamıştır.
Son olarak aile, 03.04.2006 tarihinde saat 18.00′ da Devlet Hastanesine gitmiş ve 30.03.2006 tarihinden beri kimliği belli olmayan ceset olarak morgda tutulduğunu öğrenmiştir Otopsi tutanağına göre, ateşli silah mermisi (gaz fişeği) yaralanmasına bağlı beyin harabiyeti ve kanaması sonucu öldü. (http://www.ihd.org.tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/el-raporlar-mainme…)
Mahsum 1989 Mart ayında doğdu. Seyrantepe Mahallesi var gecekondu, orda dünyaya geldi. 93 yılında Batıkent’e taşındık, orda bir kooperatife girmiştik. Uzun yıllar orda kaldık, 2006’ya kadar.Mahsum şen bir çocuktu, esperiliydi, büyüklerine saygı gösteren bir tipti. (*)
Biraz gözü şeydi yani daha doğrusu kendini koruma anlamında çok böyle şey değildi yani rahat hareketleri vardı. İşte ilkokulu Batıkent’de okudu. İlkokuldan sonra Telekom Anadolu Lisesi Bilgisayar Bölümüne kaydını yaptırdık…(*)
Yazın göle inerdik, yüzmeyi çok severdi, güzelde yüzüyordu. Bazen kızıyordum ona fazla açılma şikâyetler geliyor çünkü onun hakkında gölün nerdeyse ortasına gidiyordu. Öyle bir yüzme şeyi vardı. Gelişmişti yani fizik olarak baya gelişmişti. (*)
Tabi Mahsum 2006 Mart’da Diyarkabır’daki o serhildanda kendisi de, yani Diyarbakır’daki gençler gibi çocuklar gibi o da yani sokağa büyük ihtimalle çıkıyordu çıkmıştır. Çünkü okullar kapalı yani çocuklar herkes sokaklarda, büyüğünden tut çocuğuna kadar. İşte 2006 28 şey 30 Mart’da biz Mahsum’u bekledik gelmedi. Fakat ben uyarmıştım dedim yani kendine dikkat et sokağa çıkma. (*)
28 ve 29’uncu günler biliyorsunuz o zaman, o günler…(*)
(…)
Biliyorum çünkü Başbakandan bir açıklama geldiği zaman ben kesin yani bir katliam olacağını tahmin ettim. Çünkü Başbakan kendisi “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” dedi. (*)
Ben o 29 Mart akşamı eve geldim dedim ‘oğlum dışarı çıkmayasın’ bugün kendi yani çıkma, bak televizyonda bas bas bağırıyorlar. Sabah ben işe gittim…(*)
(…)
Ben annesini aradım çıkmasın bir iki gün herhalde o da yani sokaklarda yürümüştü ben tahmin ettim yani. Evi aradım dedi yeni yemeğini yedi çıktı aşağı iniyor. Saat 4 civarı ben dayanamadım aradım dedi gelmemiş. Ben merak ettim geldim. Benim içime doğdu sanki böyle… Sokaklar baya bir şeydi yani.
Sokaklar kapalı her taraf helikopterler yukardan uçuşuyor polisler gaz bombaları her taraf öyle yani savaş alanı. Akşam da gelmedi… Sabah Cuma, Perşembe gecesiydi de Cuma sabahı hastaneye başvurduk. Yani yaralı maralı belki olmuş olabilir. On Nisan Polis Karakolu’na gittik zaten yanaştırmadılar. Orada bir grubun gözaltında olduğunu söylediler. (*)
He o arada ben sabah binada çıkarken bir tane genç, o da 15-16 yaşlarında herhalde Mahsum’un arkadaşıydı bu bana tabi görmüş müydü görmemiş miydi ama o pek fazla sonraki yani sürece baktığımızda doğru gibi gelmedi. Dedi gözaltına alınmış On Nisan Karakolu’ndadır. On Nisan karakoluna biz o şeyden gittik, On Nisan karakoluna başvurduk. Dediler, 70-80 kişi var burada tabi o dedi Cumartesi günüdür. Oysa Mahsum Perşembe akşamı, yani perşembe günü infaz edilmiş.
70 – 80 kişi var dedi onu savcılığa çıkacaklar dediler. Tekrar bekledik gece saat 11.00- 12.00’ye kadar. Çıkanlara soruyoruz kimse görmemiş yani öyle birinin içeride olup olmadığını tutuklanıp tutuklanmadığını. 3 – 4 gün boyunca aradık onu, tabi şeye de gitmiştim ben baroya gitmiştim Baroya gitmiştim, İHD’ye gitmiş başvurmuştum çocuğun kaybolduğuna dair. Baro’dan tabi o zaman polis gözaltındaki kişi kişilerin falan, olarak isim olarak yani hepsini Baro şey yapmıştı. Mahsum’un gözaltında olmadığını söylediler. (*)
Devlet Hastanesine biz gittiğimizde Cumartesi günüydü. Mahsum, gittiğimizde tabi orda polis şeyi şubesi vardı polis şubesi vardı. Dediler bir 25 – 30 yaşlarında bir ceset var sizin şeyde var dedi morgda. Dedim bizimki daha 17 yaşında hiç böyle düşünmedik yani gidip bakmadık, 17 yaşında çocuktu. Pazartesiye kadar öyle 4 gün boyunca aradık onu. Pazartesi günü akşam ben bir daha gittim hastaneye Barış Bey vardı, Avukat şeyde baroda o da dedi git bir daha hastaneden falan bir şey yap dedi. (*)
Gözaltındakiler hepsi mahkemeye çıkarılmış dedi öyle biri yok. Hastaneye gittik yine aynı polisler bu sefer biraz daha böyle şey detaylı bilgi aldılar şey aldılar falan. Nasıl biriydi, elinde parmaklarında sıkıntı var mıydı? Parmakları küçükken bir traktör su getiriyor bizim gecekondulara o bir şey vantilatör kayısı var kenardan demek ki daha küçük iki yaşında elini kaptırıyor.
Parmakları biraz şey olmuştu hafif böyle sinirleri zedelendiği için parmakları biraz, polislerde işte ‘elinde herhangi bir sıkıntı var mı?’ diyince ben anladım kendisidir… Bana şey yapmadılar yani sen gitme dedi bir yakını çağır gelsin gitsin baksın test etsin. Dayısını çağırdım geldi gitti ondan sonra Mahsum’u gece apar topar onlardan aldık yani onlar kendileri vermiyorlardı biz kaldıracağız vermiyorlardı yani, vermek istemiyorlardı.
Tabii o gece cenazeyi biz cenazeyi alırken orda bir morgda görevli diyor ki bunu getirdiler dört gün önce bu çocuğu “alın bu teröristi” dedi polis ve gittiler. Alın diyorlar bu teröristi falan ve bize terörist geliyor sanki dağdan böyle silahlı gerillaymış gibi şey yaptılar filan… Öyle kaldım…(*)
Biz Mahsum’un nerede vurulduğunu hala da bilmiyoruz. Ama bu Özel Harekât polisleri polis okulun civarında görev yaptıklarını söylüyorlardı. Mahkemede öyle söylüyorlardı. Mahsum’da büyük ihtimal orada vurulmuş çünkü biz o zaman bir duyum aldık bir polis okulunun alt tarafında bir mermerci dükkânı var orada Mahsum’un vurulduğunu birileri söylemişti. Fakat aile biraz çok çekingen ve pislik yani işbirlikçi bir aile yani daha doğrusu…(*)
Açıkçası artık pek fazla bir şey hatırlamıyorum. Yani ondan geriye kalan anılar falan hepsi gitmiş böyle hafızamda olanlar… Vefat etmeden önce evdeki ilişkiler fena değil yani kendisi bayağı şen şakrak bir insandı… Ev içinde yeri geldiğinde severdi yalnız benim ile arası pek fazla iyi olmazdı evdeki en küçük çocuk olmanın verdiği şımarıklıktan dolayı ben pek sevmezdim onu. Diğer ailenin fertleriyle arası da güzeldi… Vefatından sonra yanlış hatırlamıyorsam annem bir süre baya kötü oldu. Yani evladını kaybetmenin verdiği acıdan olsa gerek, diğer çocukları olduğunu unutmuştu bir süre boyunca. Diğer babam ablam abim de bayağı kötü oldular. Psikolojik olarak kötü etkilendiler. Beni varsayarsak ben o çocukluk döneminde olduğum için o dönemler pek fazla etkilenmedim. Her şey oyun gibi geliyordu. Yani yarın öbür gün geri dönecekmiş gibi sonra insan gerçeklerle yüzleşiyor her zamanki gibi… (**)
Mahsun Mızrak davası da uzun zamandır devam ediyor, ama bir şey yok, yargılanan polisler görevlerine devam ediyorlar. Herkes görevine olduğu gibi devam ediyor. O dosyada birçok delil karartıldı. Mermi çekirdeği kayboldu, emanette bulunamadı. Ve hala devam ediyor. (***)
“Kent genelinde çıkan olaylar esnasında kafasına isabet eden gaz fişeği ile hayatını kaybeden Mahsum Mızrak’a (17) ilişkin açılan dava Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam ediyor. Davanın görülen son duruşmasında Diyarbakır Valiliği, Mızrak’ın ölümünde kullanılan silahların bulunduğu adli emanetten, silahları “ihtiyaç ve periyodik bakımlarının yapılması” amacıyla istemesi dikkat çekerken, 3 özel harekat polisinin yargılandığı davanın tek delili olan gaz fişeği kapsülü Diyarbakır Adliyesi’nde ki adli emanette kaybedilirken, ortada delil karartma bulunmasına rağmen mahkeme, sanıkların tutuksuz yargılanmasında sakınca bulmadı.” (****)
(*) Hasan Mızrak (Babası)
(**) M.M., (17)
(***) Av. Rehşan Bataray – İHD Diyarbakır
(****) Yasin Kobulan – DİHA muhabiri
Mehmet Akbulut (18): “28 Mart 2006 günü il merkezinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu, ateşli silah yaralanmasına bağlı olarak ağır yaralanmış, tedavi altına alındığı Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesinde 31.03.2006 tarihinde yaşamını yitirmiştir (31.03.2006 tarihli ekte bulunan otopsi tutanağına göre; kişinin ölümünün ateşli silah mermisi çekirdeği yaralanmasına bağlı karaciğer harabiyeti, iç kanama ve kanama şoku sonucu meydana gelmiş olduğu…) (İHD Raporu)
Benim oğlum Diyarbakır Kazım Karabekir Lisesi’nde öğrenci idi. Benim oğlum evimizin önünde vurulmuştur. Olay günü ben evimin içinde idim. Oğlum dışarı çıkmıştı. Bu sırada Yeniköy Mezarlığı tarafından insanlar gelirken orada görevli polisler de Yeniköy Mezarlığı tarafından gelen vatandaşlara ateş açınca yolda bulunan oğlum vurulmuş.
Oğlum hastaneye kaldırıldıktan sonra mahalle çocukları beni çağırarak oğlumun vurulduğunu söylediler. Bu sırada sokakta tanıdığım kimse yoktu. Ben oğlumun peşinden hastaneye gittim. 3 gün süren tedaviden sonra oğlum vefat etti. (*)
Oğlum 28.03.2006 günü dışarı sigara almaya çıktı. Hatta ben oğluma dışarı çıkma, dışarıda olay var dedim. Ancak oğlum olayların bittiğini söyledi. Evimizin yakınında mezarlık var, eşim Zülfi Akbulut’da evdeydi. Oğlum evde çıktıktan sonra ben silah sesleri duydum. Ben bulaşık yıkıyordum. Benim küçük kızım Roja gelerek durumu söyledi. Ben bundan sonra bayılmışım. Ben kendime geldiğimde gece olmuştu. Eşim aynı gün devlet hastanesine gitmiş oğlumu fakülteye sevk ettiklerini söylemişler. Eşim de fakülteye gittiğinde ameliyata alındığı söylenmiş.
Ben 3 gün fakültenin önünde oğlumu bekledim… Oğlumu vuran polis bellidir. Hatta bir gazete de oğlumu vuran polisin resmi de vardı. Bana gösterdiler, ancak o gazetenin hangi gazete olduğunu bilmiyorum.
Annemlerin evi Sento Caddesi 10 Nisan Karakolu’nun arkasındadır. Olay günü 10 Nisan Karakolu’nun önünde güvenlik güçleri tarafından barikatlar kurulmuştu. Karakolun karşısında ise polislere taş atan bir grup vardı. Ben olayların yaşandığı yerde kalabalığın içinden geçerken 10 Nisan Karakolu’ndan taş atan kalabalığa karşı rastgele ateş edildiğini duydum. Ama vurulanın kardeşim olduğunu bilmiyordum. Annemlerin evine varınca komşu çocukları eve gelip kardeşimin vurulduğunu söylediler. (***)
Diyarbakır’da, İl Emniyet Müdürlüğü ile Bağlar İlçe Emniyet Müdürlüğü ekipleri vatandaşlarla bir araya gelerek aşure dağıttı. Bağlar İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu 10 Nisan Polis Karakolu bahçesinde düzenlenen aşure…(****)
Ben de 28.03.2006 tarihinde Sento Caddesi 10 Nisan Karakolu’nun karşısında çıkan olayların içindeydim. Karakolun önü polislerle doluydu. Zaten polisler tarafından barikatlar kurulmuştu. Toplanan kalabalık ise polise doğru taş atıyordu. Polisler de atılan taşlara karşılık toplanan kalabalığa doğru durmadan gaz bombası atıyordu.
Daha sonra 10 Nisan Karakolu’ndan 1 şarjöre yakın silah sesi duyuldu. Ortalığı bir kargaşa aldı. Toplanan kalabalık kaçışmaya başladı. Ben birinin vurulduğunu gördüm ama onun abim olduğunu bilmiyordum…(*****)
“Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Mehmet Akbulut’un polisler tarafından katledilmesinin ardından açılan soruşturma kapsamında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nden 11 Mayıs 2007 tarihinde olaya ilişkin delil ve tespitlerin gönderilmesi talep edildi. Savcılığın bu talebine istinaden Emniyet Müdürlüğü, kendi alt birimi olan siyasi şube müdürlüğünden 31 Aralık 2007 tarihinde olayların olduğu gün görevli polislerin araştırılmasını talep etti.
Savcılık 16 Şubat 2010 tarihinde de Akbulut’un vücudundan ATK tarafından çıkarılan mermi çekirdeklerinin incelenmesini istedi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca sürdürülen 2006/8946 sayılı soruşturma dosyasında aradan geçen 9 yıla rağmen henüz failler tespit edilememiş, hiç bir güvenlik görevlisi hakkında kamu davası açılmamış. Uzun süre failler hakkında dava açılmamasının üzerine dava avukatları, 22 Aralık 2011 tarihinde AİHM’e başvurdu. ”(******)
(*) (Zülfi Akbulut-Babası)
(**) (Fatma Karabulut-Annesi)
(***) (Özlem Kaplan-Kardeşi)
(****) http://www.haberyirmibir.com/yirmibir/diyarbakir-polisi-asure-gununde-v…
(*****)… (Ömer Akbulut-Kardeşi)
(******) (Yasin Kobulan/ diclehaber.com (http://www.bestanuce1.com/yazdir.php?id=94083)
Mehmet IŞIKÇI (19): “29.03.2006 günü saat 17.30-18.00 sıralarında Emek Caddesinde güvenlik güçlerinin sert cisimle darp etmesi sonucu kaldırılmış olduğu Devlet Hastanesinde kısa zaman sonra yaşamını yitirmiştir. Hayatını mobilyacılık yaparak kazanıyordu.“ (İHD raporu)
Mehmet 1986 doğumluydu. Diyarbakır’da doğdu, büyüdü. Mehmet çocukluğundan beri yani çocukken de sessiz sakin içine kapanık bir çocuktu. Şöyle diyebilirim ben de bir kitap yazmaya karar verdim Mehmet üzerinde. Yarım bıraktım.
Hani Mehmet daha sonrası iste ben böyle bir araya onun yaşantısını bir araya getirdiğim de sanki böyle hani yaşamı bu noktada son bulacağını çocukluğundan beri böyle bir his ve duygu içinde olduğumu anlamını veriyorum artık.
İçine kapanık bir çocuktu, çocukluğu hep çok sessiz geçti. Çok sessiz ve kapanık geçti. Okul döneminde sevilen bir çocuktu mahallede içinde. Okumaya böyle gayret gösteren bir çocuktu. Okulu yarım bıraktı zaten, bitiremedi.
Paylaşımcı bir çocuktu. İnsanları severdi…
İçerde de evin içinde de evin içinde de sürekli diyalogda böyle bir şeyleri paylaşma bir şeyleri tartışma, yoğunlaşma adına sürekli zemin yaratan bir çocuktu. Özellikle yani mesela derdi ‘biz kökümüz nerde nerden gelmişsiz’ kültür ve tarihini öğrenmeye çalışıyordu böyle sürekli o tür şeylerin üstüne yoğunlaşırdı. Dediğim gibi paylaşımcıydı, arkadaşlarını çok severdi böyle bir arada olmayı.
Ama içinde için içinde bir eziklik vardı yani sürekli böyle anlatıp da hani anlatmak isteyişte anlatamadığı bir eksik yanını görebiliyordum.
Bu okulu bıraktıktan sonra açığa çıktı. Sonra işte sorumluluk olgusu başladı Mehmet’e maddi ve Manevi sorumluluk olgusunu gördüm Mehmet’e. Okulu bıraktı çalışma hayatına başladı. 14 – 15 yaşındaydı çalışma hayatına başlarken…
O arada da gençlik çalışmalarına
katılıyordu. Tabi ben daha sonra öğrendim bunu.
Hani şey anlatırdı sürekli ‘niye biz böyleyiz niye sürekli insanlar ölüyor, niye sürekli insanlar hani özellikle Kürt halkı biz Diyarbakır’da neden istediğimiz özgür yaşama tabi değiliz, neden hep böyle’ tabi bu söylediği dönem 12 13 yaş dönemiydi. Avrupa da bir abim var siyasi iltica olmuş bir abim sürekli onunla da diyalogdaydı.
Yani benden alamadığı cevapları ara ara dayısından alıyor Avrupada bir abim var siyasi iltica olmuş bir abim sürekli onunla da diyalogdaydı…
Derken işte gençlik çalışmalarına, gençlik komitesine girdi çalışma falan yürüyordu. Hem iş hem ev hem de dağ çalışması yürüyordu. 2004’de iş yerinde alındı…
Bir yıldan fazla yani…
Hakimin, işte babası yok eve bakan tek kişi, iyi hali göz önünde bulundurarak tahliye edilip beraat mahkemesi şahadetinden sonra tekrar bir kaç defa celp geldi yani mahkemeye çağırıldı. Devletin katlettiği ve devletin yargıladığı…
Katledildikten sonra defalarca celp kapıma geldi posta aracılığıyla. Bir iki defa kendimi kaybederek postacıyı işte kovdum, yani tartaklamaya kalktım. O psikoloji yaşattı devlet ayrıca. İste Mehmet Işıkçı’nın mahkemesi var neden gelmiyor? En son şey dedim devlet Mehmet Işıkçı’yı nereye götürdüğünü çok iyi biliyor gidip getirebilir. Mahkemede yargılayabilir. O acı psikolojiyi de bir an olarak yaşadık. Yaşatıldı devlet sistem bunu bana bunu da yaşattı defalarca.
Tehditler falan şey yapılmış yani hedef olduğunu çok iyi biliyoruz. Dediğiniz gibi zaten hani böyle olaylarda gaz fişeğine de vurulan çocuklarımız oldu. Gaz bombalarıyla da vurulan çocukların oldu, kursunla katledilen çocuklarımız oldu. Hani ona şöyle bir teselli getirilebilir ben anne olarak hani şunu diyebilirim kitlesel bir olayın içinde kurşun oğlumu vurdu tesellisi olabilirdi. Ama darp olduğu zaman öfkem daha da katlanıyor.
Devletin sistemin adamların vahşeti gözümün önünde daha da kat kat olduğu için bir anne olarak öfkem daha da katlanıyor. Yani o şey anlatılamaz o duygu bir anne olarak bırakın insan olarak anlatamıyor insan dile getiremiyorsun o duyguları. Savunmasız silahsız bir insan üç insan karşısında joplarla kalaslarla üç insan arasında evin arasında vahşi bir şekilde katlediliyor…
Devletin hukukundan adaletinden zerre kadar bir ne umudumuz kalmıştır ne de böyle bir beklentimiz vardır… (*)
“Mehmet Işıkçı’nın cesedi üzerinde 30 Mart 2006 tarihinde yapılan Ölü Muayene ve Otopsi Tutanağına göre, ölümü, künt, kafa, göğüs ve batın travmasına bağlı kafatası kırığı, beyin kanaması, sağ akciğer ve karaciğer rüptüründen gelişen iç kanama ve kanama şoku sonucu meydana geldiği belirtiliyor. Avukatlar 19 Mart 2006 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na Işıkçı’yı öldüren polisler hakkında suç duyurusunda bulundu.
Diyarbakır CMK 250 madde ile Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, 02 Mayıs 2006 tarihli görevsizlik kararında, “Yapılan otopside maktulün künt, kafa, göğüs ve batın travmasına bağlı kafatası kırığı, beyin kanaması, sağ akciğer ve karaciğer rüptüründen gelişen iç kanama ve kanama şoku neticesi öldüğünün anlaşıldığı, maktulün maruz kaldığı künt travmanın ne şekilde oluştuğunun henüz belirlenemediği anlaşıldığından, söz konusu maktulün ölümüne neden olunmasıyla ilgili tahkikatın görev alanı CMK’nın 250. maddesi uyarınca belirlenen C. Başsavcılığımızın görev alanı içerisinde olmadığı” ifade ederek, dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Görevsizlik kararının 35 gün gibi kısa bir sürede verilmesi ise dikkat çekti.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’da 30 Haziran 2008 tarihinde, yani Işıkçı’nın polisler tarafından yasadışı ve keyfi biçimde öldürülmesinin üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Işıkçı’yı öldürenlerin bulunamadığından bahisle, suçun faillerinin zamanaşımı tarihine kadar yani 29 Mart 2031 tarihine kadar araştırılması, soruşturmanın akıbeti hakkında 6 ayda bir bilgi verilmesi kararını verdi. Bunun üzerine dava avukatları 23 Mayıs 2011 tarihinde AİHM’e başvurdu. “ (**)
(*) (Fatma Işıkçı-Annesi)
(**) Yasin Kobulan (DİHA-Muhabir)