30 Ağustos BM Dünya Kayıplar Günü’nde Türkiye’yi yurttaşlarını zorla kaybettiği için mağdurlardan özür dilemeye, cezasızlık zırhını sonlandırmaya ve BM Herkesin Zorla Kaybetmeden Korunmasına Karşı Uluslararası Sözleşme’yi imzalamaya davet ediyoruz.
Türkiye’de 1980 askeri darbesinden sonra politik/ toplumsal alanda değişen pek çok şeyle beraber rejim muhaliflerine karşı uygulanan mücadele yöntemleri de farklılaştı, devletin kullanageldiği cinayet yöntemlerine biri daha eklendi ve literatürümüze “gözaltında kayıplar” olarak giren, uluslararası hukukta ise ‘zorla kaybetme’ olarak adlandırılan yöntem uygulanmaya başlandı.
80’de ordunun iktidara el koymasıyla gündeme gelen gözaltına alma, kaçırma ve kaybetme stratejisi olağanüstü hal ilanını takiben hızla tırmanışa geçti, binlerce sivil insan siyasal sebeplerle işlenen cinayetlere kurban gitti ve mezarlarının yeri bile belli değil.
Cinayetlerin JİTEM, MİT, Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubu polisler, itirafçılar, korucular gibi devletle ilişkili kişi/kuruluşlarla irtibatlı olduğu TBMM ile Başbakanlık tarafından hazırlanan araştırma raporları dahil pek çok yayın, soruşturma dosyası ve yargılama evrakında yer aldı.
1991-2001 arasında Türkiye’de altı kez başbakan değişti: Anavatan, Doğru Yol, Refah Partisi ve Demokratik Sol Parti olmak üzere, dört büyük parti iktidara geldi. Ancak kaybetmeler ve siyasal cinayetler konusunda değişen bir şey olmadı, eylemler soruşturulmadı, arka plan ise tümüyle görmezden gelindi.
Dönem iktidarları bu korkunç uygulamaları “devlet sırları”nın açığa çıkmaması adına örtbas etti. Yargı da suskun kalarak ve davaları sürüncemede bırakarak katkıda bulundu.
Susurluk kazası, devlet katında örgütlenmiş siyasetçi/mafya/asker/polis ittifakını ortaya çıkarmak için müthiş bir fırsat sundu. Fakat bu fırsat da yargı tarafından değerlendirilemedi. Yakın dönemde açılan Ergenekon, Temizöz, JİTEM ve Çitil davaları da örgütlülüğün gerçek boyutlarını ortaya çıkarmaktan uzak kalacak gibi görünüyor.
1990 sonrası iç dengelerin ne şekilde değiştiği, 93 ve 94 yıllarında, terörle mücadele adı altında yaşanan olağanüstü vahşi uygulamaların arkasındaki siyasetin nasıl okunması gerektiği hâlâ tam olarak bilinmiyor. Bilinen şu ki, siyasal nedenlerle zorla kaybedilen kişi sayısı olağanüstü hal ilanı sonrasında tırmanışa geçiyor, 93 ve 94 yıllarında hızla ivme kazandıktan sonra tekrar düşmeye başlıyordu.
JİTEM Komutanı Binbaşı Cem Ersever’in tanımıyla PKK ’ya karşı ‘gayrı nizami harp’ stratejisi yürütüldüğü bu yıllarda, Ersever’in kendisi de dahil, askeri ve siyasi açıdan önemli isimler, kuşkulu ölümlerle arka arkaya yaşamlarını yitirdi, planlanan strateji her ne ise, uygulanmasının önünde hiçbir engel kalmadı.
1993 17 Ocak’ta J.G.K. Orgeneral Eşref Bitlis, 5 Şubat’ta Maliye Bakanı Adnan Kahveci, 17 Nisan’da Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 22 Ekim’de ise Diyarbakır JBK Tuğgeneral Bahtiyar Aydın arka arkaya öldüler/öldürüldüler. Cinayetlerde JİTEM’in dahli olduğu kamuoyunda tartışılırken aynı yıl 4 Kasım’da bu kez JİTEM Komutanı Ersever öldürüldü.
İsmi geçen devlet görevlilerinin ölümleriyle ilgili kuşkuların giderilmesine yönelik hiçbir soruşturmadan bugüne dek sonuç elde edilemezken, şaibeli ölüm ve intiharlara giderek yenileri eklendi.
Ziyadesiyle uzun sürmüş ve toplumu farklı şekillerde travmatize etmiş böylesi bir dönemle yüzleşmek kolay değil. Fakat barış sürecine girilmiş olduğu ümidini taşıdığımız şu günlerde gerilimin azalması ve toplumsal uzlaşma için bu yüzleşmeye, birbirimizi anlamaya her zamankinden çok ihtiyacımız var.
Mağdurların, hukuk kurallarına uygunluğun gözetildiğine, ihlallerin saptandığına, haklı ile haksızın ayırt edildiğine inanması bakımından mağduriyeti yaratan taraf olarak devletin ihlaller konusundaki sorumluluğunu kabul etmesi son derece önemli.
Geçmişle yüzleşme aslında toplumlar açısından da, aynen bireyler için olduğu gibi, geçmişten çok bugün ve gelecek için kıymetli. Çünkü ihlallerin görünür, sorumluların hesap verir kılınması toplumsal iyileşmeyi arttıran, güven duygusunu, birlikte yaşama arzusunu güçlendiren etkenler.
Devletin siyasal cinayetler işlemesi ve sindirme politikası uygulaması ‘normal’ bir siyaset yöntemi değil, olamaz. Askeri darbe geçmişiyle yüzleşen ülkelerin hukukunda ‘devlet terörü’ ve ‘devlet suçu’ kavramları bu nedenle hayli uzun süredir tartışılıyor ve bazılarında (Arjantin) yasal tanım olmak özelliğini bile kazanmış durumda.
Türkiye’de devlet suçlarının inkarı demokrasinin kurumsallaşamamasının temel nedenlerinden biri. Çünkü bütün bu uygulamalar, hem tarihsel olarak kullanılagelmiş yöntemler hem de halen devlet alışkanlığı olma özelliğini sürdürüyor.
Zorla kaybetme eylemlerine karışan militer ve paramiliter/sivil güçlerin yargılanmaması bir tercih ise bu tercihin ne anlama geldiği ve demokrasi açısından tehlikeleri üzerine samimiyetle düşünmek gerekiyor.
“Devletin âli menfaatleri” söz konusu olduğunda, insan hayatının ‘teferruat’ haline geldiği anlayışa, önce hukukçuların karşı çıkması gerekirken, yargının bahse konu cezasızlık sürecine yaptığı ihmali ve bazen de aktif katkısı sona ermek zorundadır.
Yargı devletten yana değil yurtttaş hak ve özgürlüklerinden yana olmalı, tarafsızlık ve cesaretle, kimden kime, ne zaman ve ne sebeple yönlenmiş olursa olsun, her türlü siyasal cinayete ilişkin soruşturmayı ciddiyetle yürütmelidir. (Umarız Musa Anter davası ve Mardin Kızıltepe, JİTEM bağlantılı toplu mezar soruşturması başlangıç olur.)
90’lı yılların dehşet ikliminde binlerce insan devletle bağlantılı şekilde gözaltına alındı ve yok edildi. Başı ve organları kesilerek, yakılarak, helikopterden atılarak ve daha binbir türlü işkenceden geçirilerek öldürülenlerin katilleri aramızda dolaşıyor. Dönemin siyasi, askeri ve idari sorumluları hiçbir zaman gerçek anlamda soruşturulmadığı ve hesap vermediği gibi korundu, kollandı, terfi ettirildi.
Oysa zorla kaybedilenler ve öldürülenler birer rakam veya dosya konusu değiller: Onlar birilerinin annesi, babası, kızı, oğlu, eşi veya evladı olarak aramızda yaşarken, evlerinden, sokaktan, işyerlerinden zorla alınıp götürüldüler ve işkence edilerek yok edildiler. Çoğunun hâlâ bir mezarı bile yok ve yakınları, bitmez tükenmez bir bekleyişle yaşamaya mahkûm.
Devlet bu yoğunlukta yaşanan bir vahşet sürecinin şüphelilerini saptamak, yargı önüne çıkarmak, sorumluları cezalandırmak ve mağdurların zararlarını tazmin etmek mecburiyetinde. Cezasızlığı sonlandırmak bu topluma sunulacak bir lütuf değil, ihtiyari de değil, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin anayasal görevidir ve imzalanan uluslararası sözleşmelere göre yasal zorunluluktur.