Yazar: Nelson Camilo Sánchez
Çeviren: Serap Güneş *
Bu yazıyı İngilizce orijinalinden çeviren Serap Güneş’in “Dünyadan Çeviriler” isimli blogundan da okuyabilirsiniz. Serap Güneş’e çevirisi için teşekkür ederiz.
Pek çok kötü haberle dolu bir yılda, dünya, Kolombiya’daki silahlı çatışma dönemini sona erdirecek müzakere sürecinin nihayetlenmekte oluşunu sevindirici bir haber olarak karşıladı. Sadece 50 yıldan uzun süredir birbiriyle savaşan iki ordu silahlı çatışmayı sona erdirme konusunda anlaşmaya vardığı için değil, müzakereler boyunca yaşanan olumlu gelişmeler nedeniyle de.
Bu olumlu gelişmelerden bazıları, uluslararası hukuk ile barış süreçleri arasındaki ilişkilerle ilgili olabilir. Örneğin, uluslararası insancıl hukukça öngörülmüş insancıl anlaşmaların (3. madde)*, çatışmaları insancıllaştırmadaki geleneksel rollerinin ötesinde, barış anlaşmasına normatif güç kazandıracak bir araç olarak kullanılması.
Ancak en çok tartışma yaratan ve ilgi çeken mesele, barış anlaşmasının adalet ve hesap verebilirlik bileşeni ile devletin uluslararası ceza hukuku açısından görevleri arasındaki ilişki.
Ülke içinde silahlı çatışma yaşayan bir devletin, bir yandan uluslararası ceza hukukunun son yıllarda geliştirmiş olduğu katı adalet standartlarını izlerken, bir yandan da bir barış anlaşmasını başarılı bir şekilde nihayetlendirebilmesi şüpheli olduğundan, bu önemsiz bir soru değil.
Kenya ve Uganda gibi Roma Statüsünün yargılama yetkisi altındaki vakalarda gerilimler çok açık. Bu örneklerde farklı kesimler Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcılığını, barış sürecini tehlikeye sokabilecek kimi durumlarda müdahil olmaktan geri adım atmamakla eleştirdiler. Eleştirilere göre UCM’nin bu tür durumlarda müdahil olmaktan imtina etmesine imkan veren “adaletin menfaati” maddesini kullanması daha doğru bir yorum olurdu.
UCM’nin buna karşın, “adaletin menfaati”nin karşısına “mağdurun adaletten menfaati”ni koyarak söz konusu ilkenin en katı yorumunu yaptı. Bu yoruma göre belirli durumlarda, barış sürecini riske atacak olsa bile müdahaleden kaçabilecek fazla bir alan yok.
Böylece barış ile adalet arasındaki kutuplaşmaya dair pek de yeni olmayan bir ikilem ortaya çıktı. Bu anlaşılır bir durum çünkü Rodrigo Uprimny’nin de açıkladığı gibi, “barış ve adalet uzun vadede aynı istikamette gidebilse de, kısa vadede çatışma halindedirler: insanlığa karşı suçlar ciddi cezaları hakeder ancak bu tür yaptırımlar barışı müzakere etmeyi de imkansız kılar.”
Kolombiya örneği işte bu noktada dünya literatürüne, ilkelerden birini feda ederek aşırı uçlara kaçmadan tartışmanın sürdürülebileceğini gösteren ilginç bir katkı sunabilir.
2004’ten bu yana UCM Başsavcılığı, çatışma sırasında işlenen korkunç suçlar nedeniyle bir ön inceleme yürütmekte. Soruşturma açma kararı vermemiş olmasına rağmen, pozitif tamamlayıcılık ilkesi kapsamında yerel soruşturmaların ilerleyişini denetleyen ulusal makamlarla birlikte çalıştı.
Ancak Kolombiya barış anlaşmasının bu ilişkiyi değiştirip değiştiremeyeceği sorusu geçerliliğini koruyor. Anlaşma, özellikle de en ağır suçlardan en çok sorumlu olanlar için geçerli olmak üzere, çatışma sırasında yaşanan ihlalleri soruşturacak özel bir yargılama yetkisi alanı oluşturan birleştirilmiş bir hesap verebilirlik mekanizması kuruyor. Ancak barış müzakeresinin ürünü olan bu sistem, mağdurların hakları için hakikat ve tazminat gibi tatmin edici adımlara iyi niyetle katkıda bulunan ve aynı zamanda da geçmişteki suçlara olan iştiraklerini itiraf eden zanlıların, her kim olursa olsunlar, düzeltici ve tazmin edici içerikteki faaliyetleri yerine getirmelerini garanti eden, özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya tabi tutulmalarını getiriyor. Kamusal altyapı inşası, kırsal bölgelerde insancıl amaçlarla mayın temizliği veya kırsal kalkınma tedbirlerini içerecek olan bu faaliyetler, kişiyi cezaevinde özgürlüğünden mahrum bırakma tedbirlerinin yerini alacak.
Bazı analistler söz konusu yaptırımın, Roma Statüsünce konan standartları karşılamada yetersiz olduğunu iddia ettiler ve UCM Başsavcılığının Kolombiya’da sürece derhal müdahale edeceğini öngördüler. Ancak birkaç gün önce yayınlanan bir basın açıklamasında Savcı Fatou Bensouda, daha uzlaştırıcı bir müdahale modeli çizgisi izlemiş gibi görünüyor. Açıklamanın ana vurguları şöyle:
Bu vizyonda, barış ilkesini bir “adaletin menfaati” tedbiri olarak mı yoksa “mağdurun adaletten menfaati” tedbiri olarak mı uygulamamız gerektiği tartışmasına alternatif getiren bir örnekle karşı karşıya olabiliriz. Savcı, pozitif tamamlayıcılık ilkesini uygulayarak devletlerin takdir yetkisini kabul ediyor ve devletlerin taahhütlerini yerine getirip getirmediği konusunda ayrıntılı bir izleme stratejisi öngörüyor.
Savcının basın açıklamasında belirtildiği gibi, modelin vaatlerini yerine getirip getiremeyeceğini değerlendirmek için henüz çok erken ama getirirse bu, incelenmeye değer muhtemel bir yola ilişkin iyi bir gösterge olacaktır.
(*) Özel İnsancıl Anlaşmalar: Cenevre Konvansiyonları geleneksel olarak devletler arasındaki çatışmalar için geçerli olsa da 3. Madde, iç silahlı çatışmada tarafların davranışlarını düzenlemektedir. 3. Madde, bir iç çatışmanın taraflarının, “özel anlaşmalar yoluyla mevcut Konvansiyonların diğer hükümlerinin tümünün veya bir kısmının” yürürlüğünü sağlamaya çaba göstermesi gerektiğini belirtmektedir.