Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
06.07.2021

Kıbrıs'ta geçmişle hesaplaşmak bir yana geçmişin üzeri kapatılıyor

<< TÜM HABERLER

Mafya ve organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in video serisinde yaptığı açıklamalar üzerinden Kıbrıs hakkında konuşmaya devam ediyoruz. Peker’in itirafları, Türkiye derin devleti ile Kıbrıs bağlarının açığa çıkması ve sonrasında geçmişle yüzleşme için bir fırsat penceresi açmış olabilir mi? Cumhuriyetçi Türk Partisi milletvekili Doğuş Derya, geçmişle yüzleşmenin gerekliliği ve önemine hem meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarda hem de verdiği söyleşilerde bugüne kadar sık sık vurgu yapmış bir isim. Doğuş’a göre bu tek başına bir cinayet soruşturmasıyla başlayacak bir süreç değil, daha bütünsel bir yerden ele alınması, hakikat komisyonlarının kurulması gerekiyor.

Söyleşi: Banu Tuna

Kutlu Adalı cinayetinin aydınlatılması için iki kere araştırma komisyonu kuruldu Kıbrıs’ta, ancak bir yol alınamadı. Şimdi üçüncü bir komisyonun kurulması gündemde fakat itirazlar da var sanırım. 

İtirazdan ziyade mevcut hükümetin araştırma komitesinin kurulmasına engel çıkarması var diyebiliriz. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Meclis Grubu olarak bu komitenin kurulması ve yeni bulguların ivedilikle incelenmesiyle ilgili öneriyi vereli bir ayı geçti ancak Ulusal Birlik Partisi (UBP) komitede görev yapacak vekil sayısını ve komite başkanlığını bahane ederek konuyu engelledi. Bahane ederek diyorum çünkü bana göre konu komitedeki vekil sayıları ile ilgili değil. Ortaya çıkabilecek sonuçları görmek istemiyorlar. Çünkü Kutlu Adalı cinayeti ile Türkiye’deki derin devlet yapılanması arasında bağlantılar var. Bu bağlantılar Susurluk Kazası ile su yüzüne çıkar gibi olmuştu ama ilerletilmedi. Kutlu Adalı, 6 Temmuz 1996’da öldürüldü, Susurluk Kazası ise Kasım 1996’da gerçekleşti. O kazaya kadar KKTC’de Adalı cinayetiyle ilgili bir araştırma komisyonu kurulmamıştı. Susurluk kazasında Çatlı’nın aracının arkasında bulunan silah İsrail menşeli Uzi marka bir silah idi. Adalı cinayetinde kullanılan silah da Uzi marka idi. TBMM’de kurulan Susurluk Komisyonu’nun raporlarından öğreniyoruz ki bu silahlar İsrail tarafından Türkiye’ye hibe ediliyor ama hiç resmi kayıtlara geçmiyor. Yani birileri bu silahları gayri resmi olarak kullanıyor. Susurluk Kazasında ölen Abdullah Çatlı’nın “Mehmet Özbay” ismini kullandığını biliyoruz ve 1994-1996 yıllarında da Kıbrıs’ın kuzeyinde Mehmet Özbay ismi ile gelen birkaç kişi var. Yine kazada Melahat Özbay ismi ile ölü bulunan, Çatlı’nın sevgilisi olan Gonca Us’un da adaya giriş yaptığı kayıtları var. Bunlar 1997’de kurulan meclis araştırma komitesinde elde edilen bulgular. O dönem birçok insan dinlendi fakat tahkikatı somut olarak sonuçlandıracak bilgiler elde edilemedi. 

2001’de ikinci bir komisyon kuruldu. Bu komisyon da yine o dönemde iktidar olan Ulusal Birlik Partisi’nin üyelerinin katılımı olmadığı için devam ettirilmedi.  Şimdi bizim verdiğimiz araştırma komisyonu kurulması önergesiyle ilgili UBP isteksiz olmakla birlikte genel kurulda evet dedi. Fakat başbakanın “Bu zaten kapanmış bir olaydı, CTP bu konuda araştırma yapmaya meraklıydıysa kendi döneminde neden yapmadı” gibi bir açıklaması var. İnsanlıktan utanmamıza neden olan bir açıklama bu. Biz de buna mukabil “Daha önce böyle bilgiler yoktu. Sedat Peker’in açıklamalarını muteber kabul ettiğimizden değil ama çok somut isimler ve tarihler verilerek yeni bulguların ortaya çıktığını görüyoruz. Üstelik hiçbiri yalanlanmadı. Bunlar araştırmaya tabi tutulmazsa doğru olup olmadıklarını nereden bileceğiz” diyoruz. Tabii meclis araştırma komisyonlarının herhangi bir yaptırımı yok. Eğer bu konularla ilgili bir yargı süreci başlarsa, komisyondan çıkacak rapor yargının kullanacağı delillere, belgelere bir katkı olacaktır. 

Aslında bunun Türkiye’de başlatılması gereken bir soruşturma olduğunu hep söyledik çünkü ismi geçen şahıslar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Ayrıca bu şahıslar herhangi şahıslar değil. Korkut Eken devlet içinde görev yapmış biri. Galip Mendi, Kutlu Adalı’nın öldürüldüğü dönemde Sivil Savunma Teşkilat Başkanı idi. Cinayetten çok kısa bir süre sonra Türkiye’ye geri döndü, 4. Özel Kuvvet Alay Komutanlığı’nda görev yapıp, bir sene sonra yine terfi ettirilerek, Tuğgeneral olarak, KKTC’ye gönderildi ve Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı Başkanı oldu. Mehmet Ağar, Kutlu Adalı öldürüldüğünde Türkiye İçişleri Bakanı idi. Konuyla ilgili adı geçen kişiler hep devlet görevlisi… Yani bu soruşturmanın Türkiye’de açılması ve Susurluk’la bağlantısı kurularak araştırılması gerekiyor.  

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı, Peker’in açıklamalarının ardından Kutlu Adalı cinayetiyle ilgili bir soruşturma açtı. Bu haber Ada’da nasıl karşılandı?

Bence önemli bir adım ama bu soruşturmanın sonuçlanıp sonuçlanmayacağı konusunda kafamızda soru işaretleri var. Çünkü 1996 yılında ciddi bir kamuoyu baskısı vardı. “Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” eylemleri yapılıyordu. Bu soruşturmayı yürütecek bir yargı sistemi vardı. Türkiye’de yaşanan rejim değişikliğinden sonra yargı sistemi böyle bir soruşturmayı sonuçlandıracak mı? Bundan emin olamıyoruz. Sonuç alınacağı yönünde bir umut yarattı diyemem tam olarak. Bunca zaman faili meçhul kalmış, insanların içinde yara olan, ifade özgürlüğü ve demokrasi adına çok büyük acı olan Kutlu Adalı cinayetinin aydınlatılması çok önemli. Bu hem Kıbrıs Türk demokrasisi hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu süreçler açısından önemli tartışmaları barındıran bir mesele. Belki de Mehmet Ağar’ın Uğur Mumcu suikastından sonra bahsettiği tuğla Kıbrıs’tadır. 1950’lerin sonlarından itibaren özellikle NATO ülkelerinde komünist karşıtı olarak milis güçler kurulduğunu biliyoruz. Bunların daha sonra Türkiye tarihi içinde ülkücü örgütlenmeler şeklinde teşkilatlandığını,  devletin içinde devlete paralel olarak çalışan özel kuvvetler olarak faaliyet gösterdiğini gösteren çalışmalar, TBMM’de yapılan konuşmalar var. Sayın Fikri Sağlar’ın 27 Mayıs 1997 yılında TBMM’de yaptığı konuşmadan görüyoruz ki, Susurluk Komisyonunun çalışmalarında da belli eksiklikler var. Bir yerde tıkanıyor meclis araştırma komisyonunun çalışmaları. 

Özel Harp İdaresi’nin, Bülent Ecevit’in deyişi ile “Gladiyo”nun Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın eğitilmesinde özel rolü var. Yani bağlantılar 1980 öncesinde başlıyor. 1980 darbesinden sonra devletin içine yerleşmeye başlayan ve uyuşturucu ticaretinden elde edilen kara paranın aklanması için çeşitli adımlar atan yapılanmalar olduğunu öğreniyoruz.  Mesela  1989’da kumarhaneler yasası geçiriliyor TBMM’den. Bu yasa kara paranın aklanması için kullanılıyor diyor Fikri Sağlar. Yine Tansu Çiller döneminde Altın Borsası’nın kurulması, ondan önce küçük banknotlarla büyük meblağlardaki paranın bankalarda aklanması için kurulan akaryakıt istasyonlarının, otobüs şirketlerinin ortaya çıkması hepsi 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında gerçekleşiyor. Bunlar aslında kara para aklama sürecinin başlangıç noktası olarak geçiyor Sağlar’ın konuşmasında. Türkiye uluslararası olarak tanınmış bir devlet olduğu için bankacılık sistemi denetime tabi. KKTC’nin tanınmıyor olması, bankacılık sisteminin denetime tabi olmaması nedeniyle 1990’larda off-shore bankalar Kıbrıs’a kuruluyor, kara para buraya aktarılıyor ve burada aklanıyor. 1990’ların başı yine Kıbrıs’ta çeşitli bombalamaların olduğu dönem… Cumhuriyetçi Türk Partisi başta olmak üzere sol siyaset yapan kurumlar ve kişiler bombalanıyor. Refah-yol hükümeti döneminde kumarhaneler KKTC’ye aktarılıyor. Kıbrıs’ın bu defakto statüsü, kara para aklama, uyuşturucu ticareti gibi suçlar için uygun bir yer haline getiriyor adayı. Kıbrıs sorununun çözümüne karşı çıkanların, adanın kuzeyinin uluslararası hukuk sistemine girmesine bu yüzden direnç gösterdiğini söyleyebiliriz. Kıbrıs’ın kuzeyi uluslararası hukuk içine girerse bu işleri bu kadar kolay yapamayacakları için Kıbrıs Sorununun çözümünü engelliyorlar. Nitekim Kutlu Adalı’nın St. Barnabas baskını üzerine yazdığı yazıların derin devletin içindeki çeteleri huzursuz ettiğini ve bu nedenle hedef gösterildiğini tüm ada halkı biliyor. 

Bu ilişkiler yumağının çözülebilmesi için Türkiye’de bu konu üzerine ciddiyetle gidilmesi gerekiyor ki buradaki süreç de daha sağlıklı işleyebilsin. 

Az önce 1996 ile günümüz koşullarının aynı olmadığından, o dönem olayların aydınlatılması yönünde ciddi bir toplumsal baskı olduğundan bahsettiniz. Bugün sivil topluma düşen görevler nedir sizce?

Kamuoyunun talepkâr ve ısrarcı olması, bunun bir demokratikleşme ve sivilleşme talebi olarak gerçekleşmesi inanılmaz önemli. Türkiye’de giderek otoriterleşen rejimin Kıbrıs’taki yansımaları da çok iyi değil. Kıbrıs Türk toplumunun kendine göre bir demokrasi kültürü, adabı var. Bu konuda görece daha iyi durumdayız Türkiye’den ama ekonomik bağımlılık nedeniyle Türkiye ile kurduğumuz ilişkiler siyasi bağımlılık haline de geliyor. Bu durum cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden iyice belirginleşti. TBMM vekilleri gelip Ersin Tatar Bey’le kampanya yürüttü. AK Parti kurmayları, profesyonelleri adada seçim çalışması yaptı. Kıbrıs sorunun çözümü için ortaya konan tezler, Kıbrıslı Türklerle müşterekleşen bir yerden değil de, Türkiye’nin ihtiyaçları üzerinden belirleniyor.  Kıbrıslı Türklerle birlikte değil, Kıbrıslı Türkler adına konuşan bir Türkiye var. Adaya her gün daha fazla bir vilayet muamelesi yapan bir Türkiye var. Kıbrıs’ın kendi kurumlarını, demokrasi mekanizmalarını kötürüm hale getiren, nüfus yapısını değiştiren bir siyasi ve kültürel hegemonya altındayız. Bu son sürecin bir vesile olması, yeniden bir demokrasi tartışması açılması, bunun üzerinden özgürlük ve eşitlik talebinin gerçekleşmesi çok önemli. 

Siz geçmişle yüzleşmenin gerekliliği ve önemine hem meclis kürsüsünde yaptığınız konuşmalarda hem de verdiğiniz söyleşilerde sık sık vurgu yapıyorsunuz. Kutlu Adalı cinayetinin çözülmesi, ya da çözülmesi için adımlar atılması bu bakımdan nasıl bir önem taşıyor?

Kıbrıs tarihi milliyetçi çatışmaların, etnik savaşların olduğu bir tarih. Walter Benjamin’in Angelous Novus’u anlatırken  ‘Tarihin meleği geçmişe bakar ve ağzı dehşetle açık kalmıştır. Sessizleştirilenlerin, görünmez kılınanların çığlığı vardır gözlerinde’ der. Bu çığlığın temsil edilebilir, konuşulabilir hale gelmesi lazım. Bu çığlığı akademisyenler, entelektüeller, alternatif tarih çalışması yapanlar ve aslında özgürlük, adalet, eşitlik iddiasında olan siyasetçiler temsil etmeye çalışır. Sessizleştirilenlerin dile gelmesi lazımdır çünkü. Neresinden bakarsanız bakın bunların aydınlığa kavuşması, geçmişle yüzleşme, acıyla hesaplaşma insanların yaralarının iyileştirilmesi açısından da önemli, sağaltıcı bir sürece mahal verecektir. Ama bu süreç tek başına bir cinayet soruşturmasıyla başlayacak bir süreç değil, daha bütünsel bir yerden ele alınması gereken süreçler. Hakikat komisyonlarının kurulması, geçmişte yaşanan şiddetin faillerinin konuşması karanlığın bir daha tekrarlanmaması için çok önemli. Ama maalesef böyle bir barış süreci içinde değiliz, hatta barıştan uzaklaştıran tezler var. Bu nedenle geçmişle hesaplaşmak bir yana, Kıbrıs tarihinde yaşanan şiddet olaylarının üzeri kapatılıyor.  

Adadaki sivil toplum ile Türkiye sivil toplumu birbirine ne kadar yakın? Bir işbirliği var mı? Ya da olası bir işbirliği ne gibi sonuçlar doğurur?

Bu sorunun çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren sivil toplum örgütlerinin, genel olarak Türkiye solunun Kıbrıs’a dair inanılmaz bir ilgisizliği var. Kıbrıs belki küçük bir ülke olduğu için, belki Türkiye’nin başka daha büyük sorunları olduğu için çok fazla merak edilmiyor. Orada bir yerlerde Kıbrıs bir “milli dava” olarak kodlanmış. Uzun yıllar Rauf Denktaş’ın ağzından bir milli dava olarak lanse edilmiş, resmi söyleme böyle yerleşmiş. Kıbrıs’ta demokrasi ve barışı savunan sol çevrelerin sesine kulak verilmemiş. Kıbrıs hep “Kurtarılan”, “Yavruvatan” hamasetinin içine hapsedilmiş. Sürekli ezeli “Yunan düşman” karşısında mücadele eden Türk ulusal gururunu restore eden bir söyleme indirgenmiş. Türkiye basınından arkadaşlarla konuştuğumuzda, dış haberler servisinde en az okunan haberlerin Kıbrıs’la ilgili olduğunu anlatıyorlar. Kıbrıs Türk halkının ne istediğinin, ne yaşadığının ve neye rağmen mücadele ettiğinin Türkiye sivil toplumu için çok önemli olmaması bizim açımızdan ciddi bir sıkıntı. Belli dönemlerde ana akım söylemin dışına çıkan siyasal söylemler oldu. Örneğin 1990’lardaki ÖDP deneyimi Kıbrıs konusunda başka bir şey söylüyordu. 2010’lardan itibaren Yeşiller ve Sol hareket veya HDP gibi partilerin Kıbrıs konusundaki söylemleri görece daha demokratik oldu. CHP Kıbrıs’ı bir ulusal dava ezberine kilitlediği için konuya hakim değil. ‘Asla bir karış toprak verilemez’ üzerinden sloganik bir yerden konuşuyor. Doğu Akdeniz bölgesinde ne oluyor, Avurpa Birliği, uluslararası dengeler ve ada halklarının durumu üzerinden derin ve bütünlüklü bir Kıbrıs okuması yapamıyor CHP.  Ana akım siyaset bu şekilde giderken sivil toplum örgütlerinin, özellikle de tarihsel yüzleşmeyle ilgilenen sivil toplum örgütlerinin bu konudaki meraksızlığı bence vahim bir sorun çünkü aslında hepsi bir biri ile bağlantılı. Tabii bizim de bu konuda özeleştiri yapmamız gerekiyor, belki daha fazla anlatmalıydık. Çaba gösteriyoruz ama duvara çarpar gibi oluyoruz anlattığımızda da. Feminist hareket ile bunu bir miktar başardığımızı düşünüyorum. Kıbrıs konusunda alternatif bakış geliştiren örgütlenmeler var ama bunlar küçük gruplar. Çok daha fazla işbirliği yapılması ve birlikte hareket edilmesi gerektiğine inanıyorum. Kıbrıs’ın Türkiye gündemi üzerinden, belli olaylar üzerinden okunması ve sonra unutulması da ciddi bir problem. Şu anda Sedat Peker’in konuşmaları üzerinden Kıbrıs tekrar Türkiye’nin gündemine geldi ama yarın öbür gün bu soruşturma kapatılır ve unutulursa Kıbrıs’ta ne olup bittiği, sivilleşme, derin devlet, barış süreçleri konusunda ne olduğu Türkiye kamuoyunun merak ettiği bir konu olmayacak. 

TRT’nin belirli bir tarih anlatısı sunan, araçsallaştırılan dizileri var son dönemde. Bunlardan biri de “Bir Zamanlar Kıbrıs”. Diziyi izliyor musunuz? Sunduğu Kıbrıs anlatısı hakkında, bu anlatıya neden şimdi ihtiyaç duyulduğu konusunda ne dersiniz?

2017’de Crans Montana’da Kıbrıs sorununun çözümü üzerine, garantör ülkelerin de icabet ettiği büyük bir zirve yapıldı.  Fakat bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “Artık BM parametreleri bitmiştir, biz bundan sonra başka bir müzakere süreci takip edeceğiz” dedi. Ondan itibaren bir politik hat değişikliği ortaya çıkmaya başladı. Bunun sebebi, Türkiye’nin Kıbrıs’ı özellikle son dönemde icat edilen Mavi Vatan paradigması ve Doğu Akdeniz’de enerji savaşları üzerinden okumasıdır. Adada bölünmenin kalıcı hale gelmesi gibi, bir ilhak için referandum yapılması gibi meseleler konuşuluyor. Böyle bir takım arka planlar varsa, bunun kamuoyunu yaratmak için devletin ideolojik aygıtlarından biri olan diziler kullanılıyor olabilir. Öte taraftan Türkiye’de ekonomik kriz derinleşirken, seçimlerin öne alınması olasılığı konuşulurken milliyetçilik üzerinden seçmeni konsolide etmeye çalışan, Kıbrıs’ı da milliyetçi repertuvar açısından ciddi bir rezerv olarak gören iktidarın işine geliyor böyle diziler. Herkesi kriminalize eden, terörist ilan eden, parti devlet bütünleşmesi sağlayarak kendi siyasal pozisyonunu devletin pozisyonu olarak konumlandıran aklın kendini konsolide ederken buraya dair “milli dava” anlatısı üzerinden siyasetini meşrulaştırmaya çalıştığını görüyoruz.  Bu dizi başlarken sadece Türkiye’ye değil, tüm dünyaya Kıbrıslı Türklerin hikâyesini anlatacağız şeklinde lanse edildi. Doğrusunu isterseniz neyle karşılaşacağımı biliyordum ama yine de ilk bölümünü izledim. Tipik bir kolonize eden narsisizmi ile yazılmış ve çekilmiş bir senaryo. Gördüğüm kadarıyla Kıbrıslı Türkleri zavallı, Türkiye’yi de “büyük erkek kurtarıcı” olarak çizen bir anlatısı var. Bıçkın, maço bir Ankara delikanlısı gelip herkesi kurtarıyor. “Erkek kurtarıcı”, vatan millet adına her şeyi, sevdiğini bile terk ediyor. Tüm Kıbrıslı Rumları “pislik” gibi göstermişler. Karma köylerde kardeşlik içinde yaşayan, milliyetçi fanatizme karşı çıkan Rumlar yokmuş gibi yapmışlar. Kıbrıslı Türklerin liderliğini yapan Dr. Küçük ve Rauf Denktaş’ı da karakter iğdişine uğratmışlar. Kolonyalizmin literatüründe vardır; kolonize eden, kolonize edilen yerleri/toplumları “çocuklaştırma” üzerinden temsil eder. İşte bu da o hesap. Freud’un rüyalarla ilgili yazdığı metinlerde söylediği bir şey var: “Rüya, rüyada gördüğünüz kişi ile ilgili değil, rüyayı gören kişi olarak sizinle ilgilidir” gibi bir cümle… Bu dizi de Kıbrıs ile ilgili değil, Türkiye’deki iktidarın kendisini nasıl gördüğü ile ilgili. Tam da bu yüzden sadece barışı, yeniden birleşmeyi savunan insanların tepkisini değil, Denktaş’ın ve Dr. Küçük’ün ailelerinden başlayarak milliyetçiler de tepki duydu bu diziye.