Yurtiçi terminale mi uluslararası terminale mi gidiyoruz şimdi? Sadece kimlikle de giriş yapılabiliyormuş galiba? Sakın pasaportunuza damga bastırmayın Yunanistan’a giremezsiniz! Normal telefon hatlarımızı kullanabiliyor muyuz? Schengen’i olanlarımız da mı güneye geçemiyor yani? …
Kıbrıs’ı bu denli bilmememiz kendimizi de şaşırtmıştı. Bölünmüş bir coğrafyanın yarattığı kafa karışıklığıyla Türkiye dışında dünyanın geri kalanınca tanınmayan bir ülkeye seyahat ediyorduk. Bu sorular Türkiyeliler olarak doğrudan çatışmanın bir tarafı sayıldığımızı bize gösteriyordu. İşgalci devletin vatandaşlarıydık kimilerince. Güney’e geçemememiz, Lefkoşa’ya girdiğimizde Yunanistan’a gidememe korkusu bundandı. Bir yandan da gittiğimiz yer Türkiye değil Kıbrıs’tı, kendi içinde tarihsel, coğrafi bütünlüğü olan bir adaydı.
Bu gündelik sorular ve sorunların kaynağı olan, uluslararası ve yerel düzeylerde yaşanan çatışmanın şekillendirdiği Kıbrıs’ta, çatışmanın yarattığı yıkım ve ihlallerle nasıl mücadele ediliyordu, öğrenmek istediğimiz buydu. Türkiye ve Kıbrıs’ta yürütülen hakikat mücadeleleri arasında yeni ilişkilere, köprülere vesile olmak amacıyla yola çıkmıştık. Özellikle de zorla kaybedilenlere dair yürütülen hakikat mücadelesinin gösterdiği aşamadan ve kazanımlarından haberdardık, bunun mücadelesini yürüten kişilerle ve kurumlarla tanışmak istiyorduk. Ancak oraya gidince, sürece dair beklediğimizin ötesinde eleştirilere tanık olduk. Kıbrıs’ta çatışma nedeniyle her iki kesimden o kadar fazla sayıda kayıp var ki, bu meselenin tüm topluma yayılmış etkisini görmezden gelmek mümkün değil. Ancak kayıpların yarattığı “mağduriyet”in hem devletler hem de Kıbrıs toplumu katında kabul edilmiş olması, kaybetmenin bir suç ve bu nedenle de bir faili olduğu gerçeğinin hasıraltı edilmesiyle bir arada gerçekleşiyor. Doğrusu Kayıp Şahıslar Komitesi’nin Kıbrıs’ta kayıpları bulmak ve ailelere teslim etmek konusundaki başarısının, kayıp yakınlarının karşılanmayan adalet talebini örten bir etkisi olduğunu ancak gidince fark ettik.
Ekibimiz Hafıza Merkezi’nden biz (Kerem Çiftçioğlu, Özlem Kaya), İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul’dan Hanım Tosun, İHD Amed’ten Ezgi Sıla Demir, Ercan Yılmaz, Friedrich Ebert Stiftung (FES) İstanbul Ofisi’nden Mert Onur ve tüm bu ziyareti video ile belgelemek için bize eşlik eden Mert Kaya’dan oluşuyordu. Lefkoşa’ya 4 Kasım akşamı vardık, 5-6 Kasım’da birbiri ardına yaptığımız toplantılarla pek çok değerli Kıbrıslıyla tanıştık, konuştuk, tartıştık.
1960’da bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye’nin imzaladığı anlaşmalar sonucunda kurulan Kıbrıs Cumhuriyet’inde çok kısa bir süre sonra Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türkler arasındaki yoğun şiddet olayları baş gösteriyor. Nitekim daha “1950’li yıllarda, toplam nüfusun yüzde 18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklerin resmi siyasi projesi adanın bölünmesi olan taksim’ken, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Kıbrıslı Rumların siyasi liderleri Yunanistan’la birleşme, yani enosis’i destekliyordu.”[1] 1960’larda toplumlar arasındaki çatışma 11 yıl devam etti ve iki toplum da pek çok kayıp verdi. 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıslı Rum milliyetçileri tarafından, ülkenin Yunanistan topraklarına katılması için düzenlenen darbe sonrası Türk ordusu 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı işgal etti. 1983 yılında ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) ayrı bir devlet olarak kuruluşu tek taraflı olarak ilan edildi.
Ekibimiz Hafıza Merkezi’nden biz (Kerem Çiftçioğlu, Özlem Kaya), İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul’dan Hanım Tosun, İHD Amed’ten Ezgi Sıla Demir, Ercan Yılmaz, Friedrich Ebert Stiftung (FES) İstanbul Ofisi’nden Mert Onur ve tüm bu ziyareti video ile belgelemek için bize eşlik eden Mert Kaya’dan oluşuyordu. Lefkoşa’ya 4 Kasım akşamı vardık, 5-6 Kasım’da birbiri ardına yaptığımız toplantılarla pek çok değerli Kıbrıslıyla tanıştık, konuştuk, tartıştık.
1960’da bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye’nin imzaladığı anlaşmalar sonucunda kurulan Kıbrıs Cumhuriyet’inde çok kısa bir süre sonra Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türkler arasındaki yoğun şiddet olayları baş gösteriyor. Nitekim daha “1950’li yıllarda, toplam nüfusun yüzde 18’ini oluşturan Kıbrıslı Türklerin resmi siyasi projesi adanın bölünmesi olan taksim’ken, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Kıbrıslı Rumların siyasi liderleri Yunanistan’la birleşme, yani enosis’i destekliyordu.”[1] 1960’larda toplumlar arasındaki çatışma 11 yıl devam etti ve iki toplum da pek çok kayıp verdi. 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıslı Rum milliyetçileri tarafından, ülkenin Yunanistan topraklarına katılması için düzenlenen darbe sonrası Türk ordusu 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı işgal etti. 1983 yılında ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) ayrı bir devlet olarak kuruluşu tek taraflı olarak ilan edildi.
Bu iç ve dış çatışma tarihinin içinde kaybedilme de tüm taraflarca kullanılan bir yöntem olageldi. Kıbrıs’ta bu suç kaybetme suçu olarak tanımlanıyor. Zira çatışan iki toplumdan da faillerin olduğu, hatta 74’ten sonra Türkiyeli sorumlular gibi yabancı aktörlerin de işin içine girdiği daha karmaşık bir fail toplamı var.
Kayıp kişiler (missing persons) ve zorla kaybetmeler (enforced disappearance)
Zorla kaybetme, bir kişinin devlet tarafından kaçırıldığı ya da gözaltına alındığı ve devletin bunu kabul etmediği ya da bu kişinin akıbetine dair bilgi vermeyi reddettiği durumları tanımlayan bir suç. Kayıp kişiler (missing persons) ise en genel tanımı itibariyle, devletin doğrudan dahlini ima etmeyen farklı sebeplerle bulunamayan kişiler için kullanılıyor. Kayıp bir kişi bir silahlı çatışma sonucunda da kaybolmuş olabilir, bir ülkeden bir başkasına göç ederken veya bir doğal afet sonucunda da. Kayıp kişiler bir suç teşkil eden ve devletin sorumluluğunu işaret eden bir olay sonucu kaybolmuş olmak zorunda değil.
Bu ziyareti tam da bu gibi farklı bağlam, biçim ve coğrafyalarda işlenmiş kaybedilme suçunu ortak bir çerçevede anlamanın önemi üzerine hazırladığımız bir yayını vesile ederek düzenledik. Özgür Sevgi Göral’ın kaleme aldığı rapor, Rusya, Ermenistan-Azerbaycan-Gürcistan, İran, Lübnan, Türkiye, Kıbrıs ve Cezayir gibi yakın coğrafyamızda gerçekleşmiş kaybedilme suçunun örüntülerini, ortak ve farklı yönlerini ele alıyor. Rapor fikrinin ilk ortaya çıkışı ise bizi bir sene daha öncesine, bu ülkelerde kayıplar üzerine çalışan farklı kurumların Hafıza Merkezi’nin davetlisi olarak 2017 yılında İstanbul’da bir araya geldiği bir toplantıya götürüyor. Kıbrıs’a yaptığımız ziyaret işte böyle bir anlama ve ortaklaşma çabasının parçası.
Kayıplar meselesinin Kıbrıs’ta ilk olarak ortaya çıkışında gazeteci Sevgül Uludağ’ın[2] kişisel çabası büyük rol oynuyor. Uludağ’ın adını gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda çokça duymuştuk, ancak Lefkoşa’ya gittiğimizde iki toplumdan kayıp aileleriyle yaptığımız görüşmelerde kayıplar meselesinin gündemleştirilmesinde ve kayıpların ortaya çıkmasında Uludağ’ın muazzam çabası ısrarla vurgulandı. Bu sürecin seyrinde Kıbrıs’ta iki toplumlu yaşamın değişen dinamikleri de çok önemli bir rol oynamış. Zira adada 1963 öncesinde söz konusu olan birlikte yaşam deneyimi, çatışmalı dönemin ardından erozyona uğruyor ve 1974-2003 arasında iki toplum hiç bir araya gelemiyor. Bu durum, 2003’te sınırların kontrollü bir şekilde açılmasıyla değişmeye başlıyor. Mesleğinin ilk yıllarını kayıplar meselesinden habersiz yürüten Uludağ, işte böyle bir ortamda bu konuyu ilk kez tesadüfen öğrendiğini söylüyor. Onun ve iki toplumdan bir grup kayıp yakının öncülüğünde, kayıp hikâyeleri toplanmaya başlıyor. İki tarafın da yaşadığı bir deneyim olması toplumların karşılıklı bir empati geliştirmesinin, her iki tarafı da aynı şekilde mağdur eden bir durum yaşandığının kabul edilmesinin de bir yolu oluyor.
Kayıp yakınları, sınır kapılarının 2003’te açılmasının ardından iki toplumlu bir araya gelişlerin artması ile 2006 yılında örgütlü bir yapıya kavuşuyor. Bugün iki taraftan da kayıp aileleri Birlikte Başarabiliriz (Together We Can) adıyla örgütleniyorlar. Ziyaretimizde kayıp aileleriyle beraber geçirdiğimiz zaman bizim için özellikle önemliydi. Hepsi Together We Can’in önemli taşıyıcıları olan, programımızı hazırlamamızda büyük emeği geçen Erbay Akansoy’un kendisi, babası Hüseyin Akansoy[3], Sevgül Uludağ ve Christos Efthymiou[4] ile bu kapsamda önce bir küçük buluşma yaptık. Bu görüşmede Efthymiou’dan, eskiden kayıp meselesinin sadece Rum tarafının, fakat onların da sadece Rum kayıpları bağlamında sahiplendiği bir konu olduğunu öğrendik. Rum tarafında durum buyken, Türk tarafında da kayıplar, “kayıp” olarak değil, “şehit” olarak adlandırılmış. Küçük bir grup olarak yaptığımız bu buluşmanın ardından Kıbrıslı kayıp yakınlarıyla geniş katılımlı ve kapalı bir toplantı gerçekleştirdik. Toplantıda Türkiye ve Kıbrıs’ta kayıplar meselesine dair sunumlar yapıldı. Duygusal olarak hepimizde en çok iz bırakan ise 1995 yılında kaybedilen Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun ile Kıbrıslı ailelerin hikâyelerini birbirleriyle paylaştığı bölümler oldu. Kaybedilmenin geride kalanlarda yarattığı yıkımı, kayıp yakınlarının bu acı deneyimden sonra nasıl ayakta kaldıkları ve mücadelelerine nasıl bir kararlılıkla devam ettiklerini dinlemek hem çok ağır hem de güç vericiydi.
Kıbrıs’a giderken Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK) ile tanışmayı ve çalışmalarını yerinde görmeyi de heyecanla bekliyorduk. Kayıp Şahıslar Komitesi 1981’de Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumlarının liderleri tarafından Birleşmiş Milletler’in katılımıyla kuruluyor, ancak uzunca bir süre adadaki bölünmüşlük nedeniyle faaliyet gösteremiyor. 2000’li yıllarda çalışmalarını hızlandıran KŞK kaybedilenlerin bedenlerinin bulunarak ailelerine teslim edilmesi açısından çok önemli bir rol oynuyor. Kıbrıs’a giderken KŞK tarafından yürütülen çalışmalarla ilgili kayıp yakınlarının görece daha olumlu duyguları olacağına dair bir beklentimiz vardı. Ancak orada olduğumuz iki gün boyunca KŞK’nin yaptığı işin ne kadar önemli olduğunun altı çizilse de kurumla ilgili pek çok önemli eleştiri de dinledik.
Kıbrıs Kayıp Şahıslar Komitesi’nin (KŞK) verilerine göre Kıbrıs’taki kayıp insanların sayısı 2002’dir. Bunlardan 1510’u Kıbrıslı Rum, 492’si ise Kıbrıslı Türk’tür. Kimliklendirilip ailelerine teslim edilen insanların 696’sı Kıbrıslı Rum, 269’u Kıbrıslı Türk. Bugüne kadar 1307 kazı yapılmış, bu kazılarda 1230 kişi bulunmuş.
En temel eleştiri, KŞK’nin çalışma biçiminin kayıpların failleriyle ilgili herhangi bir tartışma yapılmasına izin vermeyecek şekilde yapılanmış olmasıydı. Kayıpların sorumlularıyla ilgili hesap verilebilirlik mekanizmalarını savunmak için bir grup avukat tarafından kurulan Truth Now (Hakikat Şimdi) tam da bu odakla çalışan bir örgüt. KŞK büyük bir gizlilik içinde çalışmalarını sürdürüyor ve kendisine verilen bilgilerin hangi kaynaklardan geldiğine dair herhangi bir açıklama yapmıyor. Bu durum, kaybedilmelerden sorumlu olan kişiler için de facto bir af olarak değerlendiriliyor, zira bu fiili af durumu kaybedilmelerden sorumlu olan kişilerin ifade vermesini teşvik etmek için uygulanıyor. Truth Now, KŞK’ye ifade verenler arasında faillerin olup olmadığına dair bilgi talebinde bulunmuş olmasına rağmen, gizlilik nedeniyle bu taleplerine cevap alamamış. Aslında bu, kişilerin açık kimlikleriyle ilgili bir bilgi talebi değil, bilginin faillerden gelip gelmediğini öğrenmek, bu şekilde de facto af uygulamasının etkili bir yöntem olup olmadığını bilmek istiyorlar. Truth Now, KŞK’nin yetki belgesinin sınırlılıklarına işaret ederek, ne şekilde yeniden düzenlenebileceğine dair de bir öneri geliştirmiş.[5] Buradaki önerileri, komitenin ortaya çıkardığı hakikate dair daha geniş bir tanım yaparak, yargılama yetkisini dışarıda bıraksa da, en azından yargılamaların önünü kapatmamak adına kaybedilmenin nasıl gerçekleştiğine dair bir araştırma da yapılmasını öneriyor.
Adanın bölünmüş yapısı kayıplarla ilgili hukuki bir süreç yürütülebilmesinin önündeki engellerden biri. Son dönemde gazetelere kayıplarla ilgili demeçler veren failler de olmuş, bu kişilerin çoğunluğu ortada bir suç tanımı olmaması, buna dair bir yargılama yapılmayacağına inandıkları ve yaptıklarına dair bir tür gururla bu demeçleri veriyorlar. Bu açık ifadelere yönelik her iki kesimden savcılıklar, kendi yetki alanlarına girmediği gerekçesiyle herhangi bir soruşturma başlatmıyorlar.
Bu eleştiriler kaybedilenlerin bedenlerine ulaşılmasının özellikle de aileler için önemini azımsamak anlamına gelmiyor elbette. KŞK’nin izniyle ve komitede çalışan bir görevlinin eşliğinde Lefkoşa’da bir kazı yerini de ziyaret ettik. Nasıl bir şeyle karşılaşacağımızı bilmeden, hafif bir gerginlikle gittik kazı yerine. Şehrin göbeğinde, küçük bir sokakta, gündelik hayatın normal seyrinde devam ettiği bir ortamda yapılıyordu kazı. Bu kadar merkezi bir yerde gerçekleştiği için, sokağın kullanımını aksatmamak adına küçük bölgeler halinde kazılıyor ve kaybedilenlerin beden parçaları çıkarıldıktan sonra hemen kapatılıyordu. Kazı ekibi iki toplumdan Kıbrıslılardan oluşuyor ve kazıların nasıl bir titizlikle gerçekleştiğini söylemeye bile gerek yok. Türkiye’de iş makinelerinin özensiz kepçe darbeleriyle yaptığı kazıları bilen bizler için böylesine hassas bir işe nasıl bir titizlikle yaklaşılması gerektiğini yerinde görmek çok etkileyiciydi. Bizimle görüşen kazı ekibi yöneticisinin açıklamalarının bizim için çarpıcı bir başka yönü, ekibin bilimsel konulardaki titizliklerine kayıp yakınlarının duygularına ilişkin gösterdikleri titizliğin de eşlik etmesiydi. Kıbrıs küçük bir yer, burada neredeyse herkesin tanıdığı bir kayıp var ve bu durum hem kaybedilmenin o coğrafya için nasıl yaygın bir şekilde işlenmiş bir suç olduğunu gösteriyor hem de duygusal etkisini doğrudan yaşayanların ne kadar büyük sayıda olduğunu. Dolayısıyla kazılarda görev alan ekip yaptığı işi mesleki profesyonelliğin ötesinde bir hassasiyetle yürütüyor.
Kıbrıs’ta neredeyse bütün görüşmelerimizi Dayanışma Evi’nde yaptık. Burası, 2003’te sınır geçişlerinin açılmasının ardından bir grup barış aktivistinin ön ayak olmasıyla Lefkoşe’nin kalbindeki ara bölgede kurulmuş bir toplum merkezi. Farklı sivil toplum kuruluşlarının ofislerine ev sahipliği yapan bina, aynı zamanda hem bir cafe ve kültür merkezi, hem de kuzey ve güneyden insanların bir araya gelip ortak çalışabildiği, proje geliştirebildiği bir çalışma alanı. Burası, ziyaret programımızı oluşturmamızda bize çok büyük destek veren Erbay Akansoy ve onun çalıştığı Kıbrıs Diyalog Forumu’nun da ofisinin bulunduğu yer. Tam bu noktada ekibimizin Kıbrıs ayağına ayrı bir parantez açmamız gerek. Samimiyetle itiraf etmek gerekirse, hazırlık sürecinden orada geçirdiğimiz iki güne kadar yanımızda desteğini bir an için eksik etmeyen Erbay olmasa bu programı hayata geçirmemiz mümkün olmazdı. Yine Kıbrıs Diyalog Forumu’ndan Maria Zeniou ve Başak Ekenoğlu’ya her ihtiyacımıza bir arkadaş yakınlığıyla karşılık verdikleri için minnettar kaldık.
Kıbrıs’tan ayrılırken kafamızdaki soruların bir kısmına cevap bulmuş, Kıbrıs’ın tarihine ve gündelik politikasına dair pek çok yeni bilgi edinmiştik. Ancak bu ziyaret aklımızda yeni sorular da oluşturdu: Hakikat ve adalet arasındaki, farklı bağlamlarda da görmeye alışık olduğumuz gerilim nasıl çözülür? Fail ve mağdur konumlarının karmaşıklığı ve bir aradalığı ‘ortak acı’ları tanımayı kolaylaştırıyor olabilir mi? İki toplumdan kayıp yakınlarının yan yana duruşu Türkiye’deki mücadele perspektifi için bize ne söylüyor, ya da bir şey söylüyor mu? Türkiye devletinin Kıbrıs’taki tutumu ve politikası, Kürt meselesinin çözümü konusundaki tutumu ve politikasıyla birlikte düşünülebilir mi? Bu karşılaştırma barış talebimizi güçlendirecek şekilde kullanılabilir mi? Tüm bu soruların yanında, orada tanıştığımız herkesin kişisel hikâyesinden kararlı mücadelesine ayrı ayrı üzerimizde bıraktığı büyük etki var elbette.
Özlem Kaya, Kerem Çiftçioğlu
[1] Göral, Özgür Sevgi, Hakikat için Umut Var mı? Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Zorla Kaybetmeler ve Kayıp Kişilere İlişkin Karşılaştırmalı bir Analiz, s. 168
[2] Sevgül Uludağ’ın konuyla ilgili yazdığı kitaplar için bkz. https://www.amazon.co.uk/Books-Sevgul-Uludag/s?rh=n%3A266239%2Cp_27%3ASevgul+Uludag
[3] Hüseyin Akansoy ve Petros Suppuris’in, BBC Türkçe’ye 40 yıl önce yaşadıklarını ve geleceği nasıl gördüklerini anlatıkları video haber için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=KkINBAlT_DQ
[4] Christos Efthymiou tarafından kaleme alınan Kıbrıs’taki iki toplumlu hayatı anlatan makale için bkz. https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/reflections-on-bicommunal-relations-in-cyprus/
[5] Truth Now’un hazırladığı yetki belgesi önerisi için bkz. http://www.truthnowcyprus.org/index.php/en/a-truth-commission-for-cyprus/item/27-proposal-for-amending-the-terms-of-reference-of-cmp