Onlar, sözlerine ilk kulan verene konuştular. Anlattılar sevdiklerinin nasıl hoyratça hayatlarından çekip çıkarıldığını ve hiç bitmeyecek bir bekleme acısına nasıl mahkum edildiklerini. İnce detaylarla, hiç unutulmayan ayrıntılarla mahkeme kapılarında, sokaklarda, röportajlarda, her soranın karşısında dile döküldü acılar. Hafıza, ezilenin en güçlü direnme aracıdır. Hafızayı kolektifleştirip, sözlerini sokakta söylemeye başladıklarında adları Cumartesi İnsanları oldu. Dile gelenler, günlük hayatın kıyımla dolu olduğu 90’larda devletin şiddet repertuvarında daha nelerin olabileceğine ilişkindi.
Devletin zorla kaybettiği insanların yakınlarıydı onlar. Fotoğrafların arkasındaki suretlerdi… “Fotoğraf”ın nerede olduğunu sormak, “fotoğrafı kaldıranların” zorluklarla ve var olma mücadelesiyle geçen hayatlarının hesabını sormaktı aynı zamanda. Ama bu kadar değildi kadınların o fotoğraf karesiyle anlattıkları.
Zorla kaybedilenlerin eşleri bu süreci nasıl yaşadı? Hayatları nasıl değişti? Kimlerle nasıl bir dayanışma ilişkisi kurdular ya da kuramadılar? Kaybedilme sonrasında nasıl bir mücadele verdiler? Hangi haklardan mahrum kaldılar? Kaybettikleri haklarını kendi hayatlarından neleri feda ederek ikame ettiler?
Hakikat Adalet Hafıza Merkezinin “Fotoğrafı Kaldırmak: Eşi Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri” başlıklı raporu tüm bu sorulara kadınların dilinden yanıtlar veriyor. Üç farklı şehirde 33 kadının hikayesiyle “zorla kaybedilenlerin” geride bıraktıklarını anlatıyor. Devletin zorla kaybettiklerinin büyük çoğunluğu erkekler; ancak kaybetme anının yanı sıra öncesini ve sonrasını yaşayan kadınların anlattıkları, devletin zorla kaybetme ile sergilediği “şiddet performansı”nın hangi boyutlara ulaştığını gösteriyor.
Çalışmayı yapan Özlem Kaya ve Hatice Bozkurt, kadınların eşlerini arayışı, kayıp sonrası dayanışma ağlarına hangi koşullarda sahip olabildiklerini, bu arayış sürecinde cinsel şiddetin varlığını, kadınların geçim sağlamak için yaptıklarını, kayıp eşi olmanın ne anlama geldiğini, sosyal haklardan yararlanamamanın yarattığı zorluğu ortaya koyuyor. Ancak bunu, sadece neler yaşandığını anlatmak için değil, kadınların bunları yaşamasına neden olan egemenlik ilişkilerini de ortaya koyarak yapmayı amaçlamışlar.
Zorla kaybedilme olayları aslında hep benzer biçimlerde yaşanıyor. Ancak kadınlar, kaybedilme anını devlet şiddetinin gündelik hayatı nasıl darmadağın ettiğini “kadınca” bir dille anlatıyor. Gülbahar, askerlerin yataklarını çiğnediğinden, kendisinin süt sağmakta olduğundan bahsediyor. Sevda, kocasının ilk gözaltına alınışından sonra eve döndüğü zamanı “Çamaşır asıyordum” diye anlatıyor. Anlatısına evde çamaşır makinesi olmadığını, o kadar çamaşırı elinde yıkadığını anlatarak başlaması, kadınların deneyimlerini nasıl aktardığını gösteriyor.
Bütün bu süreç içerisinde yaşanmış olma ihtimali yüksek olan cinsel şiddeti anlatmaksa o kadar kolay değil. Kendi yaşadıkları üzerinden değil, başkalarının deneyimi üzerinden anlattıkları hikayeler var. Kadınlar şiddet görürken gözaltındaki eşi de onun üzerinden tehdit edilebiliyor.”Allah’ınıza, peygamberinize dediklerinde, Allah ve peygamber izne çıktı, diyorlarmış. Ona sürekli, bak bu senin eşin, biz eşini kendimize getirdik, diyorlarmış.”
“Fotoğraflarımızı kaldırmaya gidiyoruz” diye tarif ettikleri eylemlere katılamasalar da fotoğrafları eyleme göndermeye çalışıyorlar, çünkü kaybedilen adeta orada var ediliyor. Burada ilginç bir not var; kaybedilen iki eşliyse, “fotoğrafı kaldırmaya” resmi nikah sahibi olan kadın gidiyor. Ekonomik durum da bu eylemlere katılımı belirleyen etkenlerden. Ve kadınlar adalet arayışı için destek ve dayanışma bekliyor.
KADINLARIN kayıplarını arama süreci yaşa, ekonomik duruma, çocuklarının yaşına ve ailenin dayanışmasına bağlı olarak değişiyor. Yaşı daha büyük olan kadınlar, devletle yüz yüze gelerek bu arayışa girebilirken, genç kadınlar evdeki sorumlulukları nedeniyle eşlerinin peşine düşemiyor. Bu da ömür boyu sürecek bir vicdan muhasebesine dönüşüyor. Şırnak’tan Kader’in anlattıkları buna örnek: “Valla hamile olmasaydım, çocuklarım öyle perişan kalmasaydı, Ankara’ya kadar giderdim. Beni de oralarda öldürselerdi. Ama vallahi çaresizdim. Gitseydim de evimden çocuklarımı alır bir çukura atarlardı. Allah’ıma gelir belki de evimi barkımı da ateşe verirlerdi.”
Kadınlar arayış dönemlerinde ilk olarak koruculara gidiyor. Çünkü “dil” sorunu her aşamada karşılarına bir duvar olarak çıkıyor. Kader anlatıyor: “Benim Türkçem yoktu. Ne zaman konuşsam, sus diyorlardı. Yani dilim olsaydı, o zaman hadi yallah derdim, ya beni öldürürsünüz ya da…”
Kadınlar, akıbetlerini öğrenmek amacıyla bir yerlere gidebilmek için yol parası dahi bulamayabiliyorlar. Sevda anlatıyor: “Nüfusumuz vardı, evin sorumluluğu vardı, evin reisliği bana kalmıştı. Çocukların masrafı çok oluyordu… Bazen öyle oluyordu ki yol param bile olmuyordu.”
Kadınlar, arayış sürecinde bir sürü karmaşık duyguyu bir arada yaşıyor. Ama çaresizlik, devletin şiddetiyle beraber geliyor: “Bir insanı devlet elinden alıp götürdüğü zaman insan ne yapabilir ki”, “Devletti, kimse devletin karşısında duramıyordu…”
KAYIPTAN önce de ücretsiz ev emekçileri ya da tarım işçileriyken kayıptan sonra dayanakları iyice ortadan kalkınca “Her işi yapan” ve ağır bir yükü omuzlamak zorunda kalan kadınlar haline geliyorlar. Kürt ve kadın olmaları, Kürtçeyi kamusal alanda kullanamamaları, eğitimli olmamaları ve eğitim alamamaları başta olmak üzere kadınlar pek çok nedenle en kötü işlere mahkum kalıyor. Meliha anlatıyor: “Çocuklarımla kaldım ama onları nasıl besleyeceğimi bilmiyordum. Bu şehirde ne kadar iş vardıysa yaptım. İnsanların hamurunu yoğurdum, tahıllarını ezdim, insanların aşçısı oldum, her işi yaptım. Şu güne kadar da çalışıyorum.”
Zeliha anlatıyor: “Sırtımda bir şeyler taşıyordum işte, kadın eşyaları falan. İnan ki bu omuzlarım var ya nasıl oluyordu, kıpkırmızı oluyordu, soyuluyordu artık. Sabaha kadar ölüyordum, ayaklarımın altı şişiyordu. Ayaklarımı iğneyle deliyordum, kan ve suyu boşaltıyordum.”
Besime anlatıyor: “Tarlalara gidiyorduk. Bir marullarına çapamız değse ve (marul) kopsa, eliniz kırılsın diyorlardı. Benim içim doluyordu… Yani bunlar hem geldi bizleri öldürdü, hem de biz gelmişiz ve bunlara kölelik yapıyoruz.”
RAPORDA kadınların “Yalnız bırakılmışlıklarına” da dikkat çekiliyor. “İnsanların hayatının değeri bir soğan başı kadardı… kim kimin yanına gidebilirdi ki?” diyen Kader, “Herkes kendi kahrıyla baş başa kalmıştı” diyen Pervin, ‘90’ların şiddet dolu ortamını ortaya koyuyor. Devlet şiddetinin gündelik hayatın her alanında hissedildiği bu ortamda, kayıp yakını kadınların gündelik hayatı devam ettirmeleri de çok zorlaşıyor.
Bazen kayınlarıyla evlenmeyi kabul ederek, bazen kendilerini çocuklarına adayarak, çoğunlukla da “Kadınlıklarından vazgeçerek” yakınlarının desteğini alabiliyorlar. Tercih etmese de 15 yıl sonra kaynıyla evlenen Gülperi ‘dul kadın’ olmanın toplumsal baskısını şöyle dile getiriyor: “Bana sen kendin bilirsin dediler. Ama insanlar bana kahpesin demesin diye, felankezi sizin evinizde gördük demesinler diye…” Nazan diyor ki: “İnsan eşi öldükten sonra bir kirli bulaşık oluyor, bir kap, teneke bir kap oluyor. Başka bir şey değil, insanın kıymeti hiç kimsenin yanında kalmıyor, Allah’tan başka.” Bir şekilde evlenmedilerse, tıpkı Kader gibi, bunu bir başarı hikayesi olarak anlatıyorlar:
“Çalışmak ayıp değil ki. Gidip namusumuzla çalışıp çocuklarımıza bakabiliriz. Bu da güzel bir şeydir. Ben hiçbir adamdan yardım istemedim.”
BELLİ sosyal güvence ve yardım programlarından yararlanmak için eşin ölmüş olma şartı aranırken, daha genel anlamda devlet yardımı talep edebilmek için, kadınların eşlerinin ‘bilinmez’ konumunu ‘tanımlı’ bir konuma çevirmeleri gerekiyor. Türkiye’de zorla kaybedilenlerin ardından belli haklardan yararlanmak için uygulanan iki yöntem var, gaip kararı aldırmak ya da ölü kaydı almak. Bu kararları aldıklarında kadınların zorla kaybetmeye ilişkin yürüttükleri mücadelenin önü de kesilmiş oluyor hukuken. Üstelik ölüm ya da gaiplik kararı aldırmak da sosyal güvence almak için yetmeyebiliyor. Güvencesizliği tetikleyen durumlardan biri resmi nikahın olmaması. Görüşülen 33 kadının 7’sinin kaybedilen eşleriyle resmi nikahı yok. Bu durum kadınların hukuk alanında muhatap kabul edilmemesine de neden oluyor.
GÖRÜŞÜLEN kadınlar taleplerini şöyle sıralıyor: Zorla kaybedilenlerin akıbetinin devlet görevlileri tarafından açıklanması, bedenlerinin ortaya çıkarılması, yakınlarına teslimi, devletin sorumluluğunu ve suçunu kabul etmesi, devlet görevlilerinin yargılanması, geride kalanlara yönelik tazmin ve telafi süreçlerinin işletilmesi Hakikat Adalet Hafıza Merkezinin çalışmanın sonucunda listelediği öneriler de şöyle: Kadınların cinsel taciz gibi deneyimlerini paylaşabilecekleri mekanizmalar kurulmalı, kadınlara karşı işlenen şiddet suçlarının cezasız kalmaması için yasal önlem alınmalı, zorla kaybetmeler ve kayıpları ararken kadınlara karşı işlenen suçlar zaman aşımı dışında tutulmalı, cinsel suçlarda kadının beyanı esas alınmalı.
Kadınların hukuki süreçteki dezavantajlı konumlarını aşmak için tedbir alınmalı, mahkemelere erişimde ulaşım için araç, çocuklar için bakım hizmeti sağlanmalı. Kadınlara özel konut yardımı, ücretsiz toplu taşıma hakkı, çocuklarına burs imkanı sağlanmalı, yasal evlilik yoksa kadının beyanı esas sayılmalı, haklarını kaybetmeden kadınlara, eşleri hakkında verdikleri “ölüm ilanı”nı geri çekme imkanı verilmeli.