Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
29.12.2014

Roboskî'de 100 Yıllık Devlet Geleneği Devam Ediyor

<< TÜM HABERLER

 

Evrensel – Serpil İlgün

Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi Direktörlerinden Meltem Aslan, devletin, sorumlu olduğu katliam ve hak ihlallerindeki 100 yıllık cezasızlık geleneğinin Roboskî’de sürdürdüğünü belirtiyor. Aslan, “Roboskî’de yapılması gereken; bağımsız bir araştırma komisyonuyla sorumluların ortaya çıkarılması, yargılama sürecinin devreye sokulması, devletin kabul edip özür dilemesi ve mağdurlara bir tazminat programı ile gidilmesi” diyor.

Çoğu çocuk 34 Kürdün bombalarla paramparça edildiği 28 Aralık 2011’den beri kalbimizde açılan o büyük yara olduğu gibi duruyor. Milliyetçisinden muhafazakarına, Türkiye toplumunun büyük kitlesi “unutursak kalbimiz kurusun” sözüne imza atmıştı ama aradan geçen üç yılda sorumlulardan birinin bile yargılanmaması, kalbimizi kurutmasa bile kanatmayı sürdürdü.

Geçmişte yaşanan hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, toplumsal hafızanın güçlenmesine ve bu ihlallerden etkilenenlerin adalete erişmesine katkı sağlama amacıyla kurulan Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi Direktörlerinden Meltem Aslan’la Roboskî’yi ve hakikat komisyonlarını konuştuk. Türkiye’de devletin katliamlar ve hak ihlalleri karşısındaki cezasızlık refleksinin 100 yıldır sürdüğüne dikkat çeken Aslan’a göre, Roboskî de devletin ve devlet görevlilerinin işlediği suçlardaki cezasızlık zincirinin bir devamı. “Roboskî üzerinde ara ara umut verici bir şekilde bir birleşme oldu gibi göründüyse de, esasında toplum genelinde, örneğin Gezi’de polis tarafından öldürülen insanlar ile Roboskî’nin aynı mekanizmanın bir parçası olduğu hâlâ anlaşılmıyor ya da kabul edilmiyor” diyen Aslan, Roboskî’nin aydınlatılması için en uygun modelin hakikat komisyonu değil, bağımsız araştırma komisyonu olduğunu söylüyor.

Türkiye tarihi bir bakıma katliamlar, hak ihlalleri tarihi. Sizce, üç yıl önce yaşanan Roboskî katliamı, içimizi kanatan tüm o katliamlar, yargısız infazlar arasında nerede duruyor?

Dediğiniz gibi Türkiye’de insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı işlenen suç anlamında geçmişte ve günümüzde yüzleşilmesi gereken çok mesele var. Roboskî de devletin ve devlet görevlilerinin işlediği suçlardaki cezasızlık zincirinin bir parçası ve devamı olarak duruyor. Özellikle son 30 yılda benzer birçok olaydaki, soruşturmanın yapılmaması, devlet görevlilerinin yargılanmaması, devletin sorumluluğu kabul etmeyip özür dilememesi, mağdurlarının tanınmaması gibi olaylar zincirini Roboskî’de de aynı şekilde yaşadık.

Roboskî katliamının bu kadar açık, hepimizin gözünün önünde olması bu zinciri bozmaya neden yetmedi sizce?

Aslında diğerleri de epeyce gözümüzün önündeydi. Onlarla ilgili de son derece çarpıcı ve dünya literatüründe insanlığa karşı suç olarak kabul edilen bir durum var. Dolayısıyla, 34 genç insanın üzerine bomba yağdırılmış olması ve bunun sorumlularının hiçbir şekilde hesap vermemiş olması korkunç bir gerçek olarak duruyor ama bir karşılaştırma ve hiyerarşiden çok, bu ihlallerin sürekliliğinin ve bunun devletin cezasızlık geleneği ile nasıl karartıldığının sebeplerine bakılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla, katliam ve ihlallerin sürüyor olmasında anahtar kavram cezasızlık…

Kesinlikle. Hatırlayın, Roboskî ile ilgili Mecliste kurulan alt komisyonda doğru dürüst bir soruşturma yapılmadı. Hazırlanan rapor gizlilik gerekçesiyle paylaşılmadı. Ki, “devlet sırrı” ve “gizlilik” kararları nedeniyle birçok olayda ne olduğunu, kasıt olup olmadığını hiçbir zaman bilemedik. Kasıt varsa iş zaten çok başka bir meseleye gidiyor ama kasıt olmasa ve dedikleri gibi bir “hata” olsa bile, bunda seçilmişlerin sorumluluğu var. Çünkü az çok demokratik yönetimlerin olduğu yerlerde hatalarda da sorumlular yargılanır. Yani hata olmuş olsa dahi, cezasızlık sorunu ortaya çıkıyor. Ve Roboskî örneğinde de son derece korkunç bir cezasızlıkla karşı karşıyayız.

Roboskî katliamı, muhafazakarından ulusalcısına, Türkiye toplumunda benzer olaylarda gösterilen tepkileri aşan bir reaksiyonla karşılanmıştı. Buna rağmen soruşturma kapatılabildi. Sizce gösterilen tepki neden yeterli olmadı?

Haklısınız, biraz daha ortak bir tepki oluştu Roboskî’de. Gezi olaylarında Roboskî’ye de referans verildi. Ama çabalar cezasızlığı kırmaya dönüşemedi. Türkiye’de bir devlet görevlisinin ya da siyasi sorumluların yargılanması, hesap vermesi o kadar alışılmadık bir şey ki, bir gelenek olarak cezasızlık sürüyor.
Çok farklı kesimlerin tepkisini çektiyse de, yine de toplumdaki kutuplaşma ve 30 yıldır Kürtlerin “terörle mücadele edilen bir grup” olduğuna dair oluşturulan algı, Roboskî’de de kırılamadı. Mesela en baştan oluşturulmaya çalışılan “onlar kaçakçı” algısı, 30 yıldır oluşturulmuş olan, “uzakta bir yerde teröre sebep olan bir grup halk” imajı ve imgesinin çok da kırılamamış olduğunu gösteriyor. Evet, ara ara umut verici bir şekilde bir birleşme oldu gibi göründüyse de, esasında toplum genelinde, örneğin Gezi’de polis tarafından öldürülen insanlar ile Roboskî’nin ya da diğer bütün katliam ve ihlallerin aynı mekanizmanın bir parçası olduğu hâlâ anlaşılmıyor ya da kabul edilmiyor gibi.

Nitekim Soma’da 301 maden işçisinin öl(dürül)mesi de sorumluların hesap vermemesi geleneğini değiştirmedi…

Gerçekten de, bu kadar insan hakları ihlali ve insanlığa karşı suçla dolu bir tarihte, üst düzey bir devlet görevlisinin istifası bile söz konusu olmuyor. Son dönemde birtakım davalar, yargılamalar oluyor, bunları hiçe saymak için söylemiyorum. Mesela 12 Eylül davasında tabii ki iki generalin yargılanması önemli, ama bu o dönemde yaşanan hakikatlerin ortaya çıkarılması, mağdurların acılarının onarılması bağlamında ve perspektifinde yapılmıyor. Daha çok, bir siyasi hesaplaşma gibi yapılıyor.

Devlet, cezasızlığı bir gelenek olarak nasıl sürdürüyor peki?

En önemli dayanaklarından bir tanesi, 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerin Yargılanması Hakkında Kanun. Bu kanun, memurların ve kamu görevlilerin yargılanması için amirlerinden yani devletten izin gerektiriyor. Dolayısıyla devletin istemediği hiç kimse yargılanamıyor. Bu ciddi anlamda cezasızlık zırhı oluşturan bir mekanizma. Ve bu kanun 1913’te “Memurun Muhakematı Hakkında Kanun-u Muvakkat” adıyla çıkarılmış. Yani ‘Memurların yargılanmasına dair geçici kanun’ adıyla çıkarılmış.

Yani ta Cumhuriyet öncesine dayanıyor?

Cumhuriyet öncesi olmasının ötesinde, 1915, yani Ermeni soykırımı öncesinde çıkarılmış bir kanun bu. Ve bu geçici kanun 1913’ten ‘99 sonlarına kadar yürürlükte kalıyor. 2000’lerin başında da sözünü ettiğim 4483 sayılı kanun olarak yürürlükte kalmaya devam ediyor.

Dolayısıyla sadece bu kanun bile işin geleneksellik yanını göstermeye yeterli?

Evet, sadece yasal mevzuattan gidersek bile bu önemli bir gösterge. Onun dışında etkin soruşturma konusuna değinmek gerek. Örneğin AİHM sürekli Türkiye’yi etkin soruşturma yapmamaktan sorumlu buluyor, tekrar yargılama yapılması gerektiği halde tekrar dava açılmıyor. Yanı sıra, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusu var. Burada da çok ciddi sorunlar olduğunu görüyoruz. Öte yandan yargının erkekliği konusu da önemli ama hiç konuşulmayan meselelerden biri. Tarafsızlık bir sürü açıdan olmalı diye düşünüyorum…

Roboskî davasının askeri mahkemede görülmesi de yine ‘geleneklere’ uygun bir refleks miydi?

O da ayrı bir sorun. Oradaki süreci zaten hiç bilmiyoruz. Gizlilikten dolayı her şey son derece kapalı… Diyarbakır Başsavcılığı’nın görevsizlik kararıyla davanın askeri mahkemeye geçmesi baştan sorunluydu, çünkü hükümetle birinci derecede sorumluluğu paylaşan bir mevkiiydi ordu. Zaten oradan da takipsizlik kararı çıktı. Soruşturma sürecinde nasıl oldu da takipsizlik kararı verildi, bilmiyoruz. O dönem çokça tartışılan istihbarat nereden geldi, neye dayanarak yapıldı, kim sorumlu? Bunların hiçbirinin yanıtını bilmiyoruz. Yine devlet sırrı altında kapatma, karartma durumu var.

 

ROBOSKÎ, HAKİKAT KOMİSYONUNA UYGUN BİR DURUM DEĞİL

Hakikat komisyonları, çözüm süreciyle birlikte daha fazla gündemimize girmeye başladı. Roboskî özelinde, hakikat komisyonunun kurulmasının nasıl bir etkisi olurdu?

Öncelikle şunu söyleyeyim; dünyadaki hakikat komisyonları örneklerine baktığımız zaman -ki son yirmi yılda 40’ın üzerinde hakikat komisyonu kuruldu- Roboskî hakikat komisyonuna uygun bir durum değil.

Neden?

Çünkü hakikat komisyonları genel olarak, belli bir dönemde -bu dönemler genellikle uzun dönemler oluyor- yaşanmış bir takım insan hakları ihlalleri hakkında hakikatleri ortaya çıkaracak ve mağdurların neler yaşandığını anlatabilecekleri, seslerini duyuracakları bir platform olarak kuruluyor. Roboskî’de tekil bir olay var. Genellikle tekil olaylarda, bağımsız araştırma komisyonları kuruluyor. Roboskî’de bence öncelikle yapılması gereken; bağımsız bir araştırma komisyonuyla sorumluların ortaya çıkarılması, yargılama sürecinin devreye sokulması, devletin kabul edip özür dilemesi ve mağdurlara bir tazminat programı ile gidilmesi.

Saydıklarınız hakikat komisyonlarının da işlevleri değil mi? Fark ne?

Hakikat komisyonları, devletin baskın anlatısına karşı mağdur anlatısını da devreye sokmak ve toplumsal hafızayı yeniden kurmak üzerine yapılandırılıyor. Örneğin Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, 2.5-3 yıla yakın bir süre içinde 20 bine yakın tanıklık dinliyor. Aslında bahsettiğimiz şeylerin hepsi bütünsel olarak “geçiş dönemi adaleti” dediğimiz mekanizmalarla benzerlik gösteriyor. Savaşlar, iç savaşlar ve otoriter yönetimler sonrasında yaşanan hak ihlallerinin, dört beş mekanizmayla ortaya çıkarılması ve yüzleşilmesinden söz ediyoruz. Nedir bunlar? Yargılamalar, hakikat komisyonları, anmalar, anıtlar, müze çalışmaları ve bunların bir daha tekrar etmemesi için kurumsal reformlar. Bu mekanizmalar Roboskî’ye de uygulanabilir ama Roboskî’de öncelikli olarak sorumluların ortaya çıkarılarak yargılanması ve devletin sorumluluğunu kabul etmesi gerekiyor.

Bağımsız araştırma komisyonları nasıl oluşturulmalı peki? Kimler, hangi kurumlar yer almalı?

Öncelikle insan hakları ve sivil toplum örgütleri… Ya da örneğin istihbaratın nasıl alındığı ise konu, bununla ilgili uzmanlar yer almalı.

Roboskî üzerinden konuşmaya devam edersek; Roboskî için oluşturulan çeşitli platformlar, komisyonlar sözünü ettiğiniz bağımsız araştırma komisyonlarına denk düşer mi? Gerçi, çalışmalarında bir sürü engelle karşılaştıklarını, elle tutulur hiçbir bilgiye ulaşamadıklarını açıklamışlardı…

Haklısınız, yeni bir bağımsız araştırma komisyonu kurulsa da, aynı engellerle karşılaştığında çok da farklı bir yere gitmeyebilir. Gizlilik ve devlet sırrı gerekçeleriyle bir takım arşivlerin ve bilgilerin açılmaması asıl engeli oluşturuyor. Çünkü bağımsız araştırma komisyonunun da işleyebilmesi için, bu bilgilere ve belgelere ulaşabilmesi lazım. Dolayısıyla tablo buyken, bağımsız araştırma komisyonu da belki çözüm değil. Ama insan hakları ve sivil toplum örgütlerinin Türkiye’deki cezasızlık meselesi konusunda yapılabilecek somut adımlar üzerine birlikte bir baskı mekanizması oluşturmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Ki buna yönelik çalışmalar da var. Bizim de içinde olduğumuz, İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP), TESEV gibi kuruluşların, baroların ve konuyla ilgili uzmanların da yer aldığı, cezasızlıkla mücadeleye yönelik çalışma grupları var.

 

HAKİKAT KOMİSYONLARI AF YA DA UZLAŞMA MEKANİZMALARI DEĞİL

Çözüm süreciyle birlikte, Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu deneyimine bizde de sıklıkla referans verildi. Siz ne dersiniz, Güney Afrika deneyimi Türkiye’ye ne kadar uygun?

Güney Afrika örneğinin referans alabileceğimiz yönleri var tabii ama orada komisyonun aldığı en büyük eleştirilerden biri, af yetkisi. Komisyona 7-8 bin af başvurusu yapılıyor. Komisyona gelerek suçunu anlatan ve affedilmeyi isteyenler oluyor.

Böyle mi oluyor peki? Yani ‘suçumu anlattım, beni affedin!’

Hayır. Orda da bir süreç var. Başvuruların sadece bine yakını kabul ediliyor. Ama buna rağmen af yetkisi çok eleştirilen bir yönü. Türkiye’de Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’na referans verilirken, hakikat komisyonları hep bir af mekanizması olarak görülüyor. Bu da yanlış bir algı. Çünkü 40’ın üzerindeki örnekten sadece üç-dört komisyonda af yetkisi var, diğerlerinde yok. Olanlar da ciddi biçimde eleştiriliyor.

Neden eleştiriliyor?

Hakikat komisyonlarının amacı af, uzlaşma ya da yargılamanın olmaması değil sadece. Tersine birçok hakikat komisyonunda, toplanan veriler, daha sonra yargılama süreçlerinde kullanılıyor. Dünyadaki ilk hakikat komisyonlarından olan Arjantin bunun ilk örneği. Arjantin’de ilk 1983’te “Kayıplar Üzerine Ulusal Komisyon” adıyla kuruluyor. 9 bine yakın zorla kaybetme vakası ortaya çıkarılıyor komisyon sayesinde. 350’nin üzerinde gözaltı merkezine ulaşılıyor. Arjantin’de 30 yıldır devam eden bir yargılama mücadelesi var ve hakikat komisyonundan çıkan veriler üzerine de kuruluyor bu yargılamalar. Yani hakikat komisyonları asla yargılamaların önüne geçecek ve affetmeye, uzlaşmaya yönelik mekanizmalar değil. tamamlayıcı mekanizmalar. Yargılamalar, davalar fail odaklı mekanizmalar, hakikat komisyonları ise mağdur odaklı. En büyük fark bu…
Güney Afrika Hakikat Komisyonu’nun eleştirildiği ikinci nokta, sistematik olarak ırkçılık rejimine bakmamış olması. Bu, Türkiye için çıkarılacak önemli derslerden biri. Kürtlerin talepleri olan eşit vatandaşlık, eşit temsiliyet, ana dil hakkı, özerklik gibi taleplerle çok ilişkili bu söylediğim. Yani yaşananların sadece ve sadece insan hak ihlalleri ya da tekil birtakım olaylar değil, sistematik bir ayırımcılığın parçası olduğunun görülmesi lazım. Bu önemli bir nokta kurulacak bir hakikat komisyonunda.

Bu söylediklerinizi içeren, dolayısıyla Türkiye için referans alabileceğimiz komisyon hangisi olabilir?

Arjantin Hakikat Komisyonu bu açılardan çok başarılı bir örnek olarak bilinir hep. Arjantin’deki süreç, hakikat komisyonlarıyla bitmedi. 1983’te başlayan bir süreçten bahsediyoruz neredeyse. O dönemden bu döneme sorumluların yargılanması sürüyor. Arjantin’de darbe döneminde 30 bine yakın kayıp olduğu söyleniyor. Toplumun, “bir şey yapmışlardır muhakkak, bir şey yapmasalar götürülmezlerdi” algısı, hakikat komisyonunun çalışmaları sonrasında, yani 9 bine yakın kaybın ismine, gözaltı merkezlerine ulaşılıp, hakikatler ortaya çıktıkça değişiyor. Dolayısıyla, Arjantin’de şu anda “suç işlemiştir de götürülmüştür” veya “darbe haklıdır” demek çok zor. Çünkü toplumsal hafıza yeniden inşa edilmiş o anlamda.

 

HAKİKAT KOMİSYONLARI RESMİ YAPILAR

“Hakikat komisyonları, genellikle devletin yürütme veya yasama organları tarafından kuruluyor” vurgusu, Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi olarak hazırladığınız raporda da yer alıyor. Peki ama bu ne kadar güvenilir kılıyor komisyonları?

Bunu iyi yakalamışsınız çünkü hakikat komisyonlarıyla ilgili önemli tartışmalardan biri de bu! Hakikat komisyonları resmi yapılar. Sadece birkaç gayri resmi hakikat komisyonu var.

Nerede kuruldular?

Uruguay, Amerika’nın bir bölgesinde yapılan bir çalışma var, Brezilya’da da kurulmuştu ama Brezilya’da yakın dönemde yeni bir hakikat komisyonu kuruldu devlet bünyesinde. Böyle birkaç örneği var gayri resmi hakikat komisyonunun ama 40’ın üzerindeki hakikat komisyonunun hepsi resmi yapı.

Güvenilirliği nasıl sağlanıyor?

Burada en önemli faktör o hakikat komisyonun üyelerinin nasıl seçildiği… Örneğin, Güney Afrika Hakikat Komisyonuna 50’ye yakın aday gösteriliyor. Komisyonun içinde akademisyenler de, insan hakları örgütleri temsilcileri de, devlet yetkilileri de var. Burada yine toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapmak istiyorum. Çünkü maalesef birçok hakikat komisyonunda bu denge çok kötü. Güney Afrika’da da, Arjantin’de de öyle. Daha çok son beş senede kurulan hakikat komisyonlarında eşit sayıda kadın temsiliyetinin olmasına dikkat ediliyor. Savaş süreçlerinde kadınlar çok farklı şeyler yaşıyor. Bu nedenle kadınların deneyimleri başka bir şekilde ele alınmalı. Bazı hakikat komisyonlarının sadece kadınlar için kurulan birimleri olabiliyor. Bu açıdan Türkiye’de de Barış İçin Kadın Girişimi’nin yaptığı önemli çalışmalar var. Kadınlara yönelik hakikat komisyonu kurulması için ciddi çabalar var. Bu da önemli…

Raporunuzda “Hakikat komisyonları aynı zamanda, bölünmüş toplumlarda suskunluk ve güvensizlik kültürünün aşılmasına destek sağlayabilir ve yeni ihlallerin önüne geçilmesi için gerekli kurumsal reformların belirlenmesine yardımcı olabilir” diyorsunuz. Suskunluk ve güvensizlik, Roboski’deki duruma da denk düşüyor. Dolayısıyla sadece bu işlevi için bile hakikat komisyonları önemli gibi geliyor…

Evet. Zaten hakikat komisyonları bazı yerlerde sırf bunu sağlıyor. Ve dediğiniz gibi bu bile tek başına çok kıymetli. Türkiye’de bir hakikat komisyonu sadece bunu sağlasa bile yeterli. Yeri gelmişken, hangi konuda hakikat komisyonu kurmak gerektiği de önemli bir tartışma. Çünkü başarılı olmaları için biraz da baştan hedeflerinin ve kapsayacağı alanların net tanımlanması gerekiyor hakikat komisyonlarının. Türkiye’de son 30 yıldır yaşanan bir savaş ve onun getirdiği birçok ihlal var, bu net. Ama Türkiye’deki hak ihlallerini 1915 Ermeni soykırımından da başlatabilirsiniz. Veya Dersim ya da Sivas katliamı için talep edebilirsiniz. Yani yüzlerce olay var. Ancak bütün bunların hepsini kapsayan bir hakikat komisyonu düşünülemez. Pratikte öyle bir örnek yok. Zaten gerçekçi de değil.

O halde “hangi konuda hakikat komisyonu” önemli bir soru oluyor?

Doğru. Örneğin çözüm sürecinde olduğumuz bir dönemde, Türkiye’deki Kürt savaşıyla ilgili bir hakikat komisyonundan söz ediyorsak, bunu belli bir zaman aralığıyla sınırlamalıyız. Zira 30 yıllık dönemleri kapsayan hakikat komisyonları örnekleri var. Başka bir örnek vereyim; Şili’de 93’te kurulan hakikat komisyonu sadece ölümle sonuçlanan ihlalleri kapsamak üzere kuruluyor, ama bu çok ciddi bir problem yaratıyor.

Neden?

Çünkü siz işkencelerden geçmişsiniz ve böyle yüz binlerce insan var. Ölümle sonuçlanması gibi bir kısıtlama getirdiğiniz zaman, bu mağdurlar tarafından ciddi bir tepki alıyor. Nitekim Şili’de daha sonra ikinci bir komisyon kuruluyor ve bütün ihlaller dâhil ediliyor. Bunlar çok ciddi yapılması gereken tartışmalar.

 

ÖZÜR TEK BAŞINA ASLA YETMEZ

Erdoğan’ın Dersim katliamı için “gerekirse özür dilerim” sözleriyle gündeme gelen özür dileme, katliamlar, faili meçhuller, kayıplar başlıklarında neye karşılık gelir? Özür yeterli midir?

Hayır, özür tek başına asla yetmez. Yani mükemmel işleyen bir durum olsaydı ve bütün sorumlular yargılanıp ceza alsaydı da yeterli olmazdı. Çünkü siz yapılan ihlalin, insanlığa karşı suçun vahametini ve bunun utancını kabul etmeden özür dilerseniz, bu özür olmuyor. Dersim örneğinde olan o biraz. Özür ne demektir? Birincisi, “Biz bir hata yaptık, kabul ediyoruz ve onarmak için ne gerekiyorsa yapacağız.” İki, “Böyle bir şey bir daha tekrar etmeyecek.” Dolayısıyla, bunlarla birlikte olmayan özür kabul edilemez.

 

BARIŞ VE ADALET YAN YANA YÜRÜR

Roboski, çözüm süreci boyunca Kürt hareketine yönelik şöyle bir eleştiriyle de gündeme geldi; “Kürt siyasi hareketi, Roboski gibi çözüm sürecini akamete uğratacak olayları gündeme getirmekten çekiniyor.” Siz çözüm sürecine Roboski üzerinden baktığınızda ne söylersiniz?

Öncelikle, adaletin olmadığı bir barışın düşünülemeyeceğini söyleyeyim. Barış ve adalet yan yana yürüyen süreçler. Bu dünyanın her yerinde böyle… Yani kalıcı ve toplumsal bir barış, adalet sağlanmadan ve sorumlular açığa çıkarılmadan olmuyor hiçbir zaman. Maalesef dünyanın hiçbir yerinde bütün sorumlular açığa çıkarılıp yargılanmıyor. Yani öyle ideal bir şey de yok. Ancak en azından buna yönelik bir çaba olması gerekiyor. Mağdurların adalet talebi karşılanmadan, kalıcı ve toplumsal bir barış olamaz. Dolayısıyla Roboski de bunun parçalarından biri.

 

SONUÇ OLARAK BİR DEVLET VE SEÇİLMİŞ SİYASİ SORUMLULAR VAR

AKP-Cemaat savaşında geçmişe dönük bir takım ihlaller, suçlar hükümet tarafından sorumluluğu üzerinden atmanın vesilesi yapılıyor. Roboski de buna dâhil… Nitekim dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, geçtiğimiz günlerde, askeri MİT’in yanılttığını söyledi. Bu tür ihlallerin hesaplaşma aracı haline getirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bu tartışma beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü sonuç olarak bir devlet ve seçilmiş siyasi sorumlular var. Bunun kimin baskısıyla, kimin yönlendirmesiyle olduğu hiç önemli değil. Devlet sorumludur çünkü. Maalesef o yönlendirme ve o algı topluma da yansıyor ve bunu tartışır hale geliyoruz. Uluslararası, evrensel olarak kabul edilmiş demokratik, insan haklarına dayalı ilkeler üzerinden hiçbir şey tartışılmıyor. Sadece pozisyonlar üzerinden tartışılıyor. Oysa tartışmamız gereken, evrensel ve demokratik insan haklarına dayalı normlar olmalı. “Devlet vatandaşını öldüremez” gibi basit bir prensiple konuşuyor olmalıyız mesela Roboski özelinde.