Ana içeriğe atla
Ana Sayfa
19.05.2017

1995 Midyat, 2016 Cizre: Türkiye’nin Cezasızlık “Geçmişi”

<< TÜM HABERLER

Burcu Ballıktaş Bingöllü
Hafıza Merkezi İletişim ve Savunuculuk Programı

Türkiye’de insan hakları alanını, devlet eliyle işlenmiş ağır insan hakları ihlallerini takip ederken “yakın geçmiş” ne kadar yakın ne kadar uzak tayin edemediğiniz anlarla karşılaşmak neredeyse kaçınılmaz. 22 yıl sonra Anayasa Mahkemesi’ne götürülen Fatma Erkan dosyası ile Cizre’de sokağa çıkma yasakları sırasında yaşamını yitiren 28 kişi hakkında yapılan suç duyurularına takipsizlik kararı verildiğine ilişkin haberler arka arkaya gündeme düştüğü an tam da böyle bir andı.

Fatma Erkan

14 Ekim 1995 tarihinde Mardin’in Midyat ilçesi Sitê (Çalpınar) köyünde gerçekleşen askeri operasyonda 2 PKK gerillası ile birlikte yaşamını yitiren, nüfusa göre 11, gerçekte ise 13 yaşında olan kız çocuğu. Bir gün sonra olay yerine gelen Midyat Cumhuriyet Savcısı Atilla Cengiz’in düzenlediği olay yeri ve otopsi tutanağına göre “örgüt mensubu”. Aynı tutanakta üstündeki açık kahverengi gömleği, çıplak ayaklarının yanında savrulmuş terlikleri, pembe eşofmanıyla resmediliyor Fatma. Hemen yanındaki silah “örgüt mensubu” olduğunun biricik kanıtı.

1

Fatma aynı gün köy mezarlığında defnedildi. Ailesi bir daha o köye hiç uğramadı. 2009 yılında adına düzenlenmiş seçmen kağıdı gönderilince kızının öldüğünü ispatlama derdine düşen babası, büyük oranda boşaltılmış köye giderek mezarın açılmasını sağladı. 2010 yılında açılan mezardan alınan parçaların Adli Tıp’a gönderilmesinin ardından yapılan DNA incelemesinde Fatma’nın ölümü belgelenmiş oldu, nüfustan düşüldü.

Olaydan yaklaşık 20 yıl sonra, 2014 yılında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na ailesi adına yapılan başvuruyla dosyanın yeniden açılması sonucu kamuoyu ilk kez Fatma’nın fotoğrafıyla karşılaştı. Fatma’nın askerler tarafından infaz edildiğini söyleyen Avukat Rahşan Bataray Saman, delillerin de askerler tarafından toplandığını ve Fatma’nın elinde barut izi olup olmadığı tespitinin bile yapılmadığını duyururken zamanaşımına uğrama ihtimaline dikkat çekiyordu. Önce “yetkisizlik” kararı verilerek dosya Midyat Cumhuriyet Başsavcılığı’na nakledildi, 2016 yılında da “zamanaşımı” kararı çıktı. Buna yönelik itirazlar reddedildi.

İHD Mardin Şubesi 22 yıl sonra Fatma’nın dosyasını Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşıdı. 9 Mayıs 2017 tarihli haberlerde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yaşam hakkının korunmasını düzenleyen 2. Maddesi’ne dayanarak yapılan başvuruda gerekçeler cenazenin aileye teslim edilmediği, ölüm kaydının yapılmadığı, görgü tanıklarının beyanlarının alınmadığı, yakınlarının beyanlarına başvurulmadığı, Fatma’nın “örgüt üyesi” olduğuna ilişkin herhangi bir kanıt olmadığı, ne ailesine ne resmi makamlara bildirim yapılmadığı şeklinde vurgulandı.

Sokağa Çıkma Yasakları ve Cizre

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) en son 1 Nisan itibariyle güncellediği sokağa çıkma yasağı verilerine göre, 16 Ağustos 2015’ten itibaren toplam 10 ilin en az 41 ilçesinde en az 189 kez ilan edilen sokağa çıkma yasakları, 1 milyon 809 bin insanı yakından etkiledi. 14 Aralık 2015 tarihinde dördüncü kez sokağa çıkma yasağı ilan edilen Şırnak’ın Cizre ilçesinde yasağın kalktığı 2 Mart 2016 günü, çatışmaların geride bıraktığı görüntüler toplumsal hafızada yerini alırken, başta yaşam hakkı ihlali olmak üzere işlenen ağır insan hakları ihlallerini kayıt altına almanın neredeyse imkansız hale geldiği ortadaydı. Hepimizin hatırlayabileceği üzere, süreç boyunca yerel ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yerinde incelemelerde bulunmasına izin verilmemiş, yaptıkları incelemelerin sonuçlarını kamuoyuyla paylaşan insan hakları örgütleri hedef haline getirilmişti.


1

Şırnak Barosu’ndan Avukat Newroz Uysal’ın aktardığına göre Cizre’deki ihlallerle ilgili Savcılık tarafından açılmış 244 soruşturma dosyası var, 35 cenazeninse halen kimlikleri tespit edilebilmiş değil. İnsan hakları savunucularının ve avukatların gayretleriyle açılan soruşturmaların izlediği seyir işte tam da o “yakın geçmiş”e mesafeyi kısaltan cinsten.

Bilebildiğimiz kadarıyla, şu ana dek Cizre’de yaşamını yitiren 150’ye yakın kişiye ilişkin aileleri tarafından yapılan suç duyurularından 31’i[1] takipsizlikle sonuçlandı. “Olayda hukuka uygun sebeplerin mevcut olduğu anlaşıldığından” şeklinde ifadelendirilen bu takipsizlik kararlarında, öldürülenlerin “örgüt üyesi” olduğu, güvenlik güçlerinin “meşru müdafaa”da bulunduğu belirtiliyor. Ayrıca güvenlik güçlerinin meşru müdafaa sınırını aştığına ilişkin delil tespit edilemediği de vurgulanıyor. Takipsizlik kararlarının bu gerekçelendirmesinde temel dayanak ise gizli tanık beyanları.

Özetle: Çoğu sığınılan bodrum katlardaki yangın sonucu gerçekleşen ölümlerin “hukuka uygun”luğunu doğrulayan sebep, öldürülenlerin “örgüt üyesi” olması. Evet, Fatma’nın öldürüldüğü 1995 “yakın geçmiş” ise adeta hiç geçmemiş…

Türkiye’nin 1990’lı yıllarda gerçekleşen ağır insan hakları ihlallerine ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmış kaç dosyada “etkili soruşturma yapılmaması” yüzünden mahkum edildiğini düşünmemek elde değil. (“İmkanı olan” delirmesin, bunun verisini toplasın).

Yakınlarını kaybedenlerin o yılların zorlu ortamında yargı yoluna başvurmak konusunda yaşadığı korku nedeniyle çok azı davaya dönüşebilmiş sayısız zorla kaybetme ve yasadışı keyfi infaz dosyasında, daha soruşturma aşamasından başlayarak faillerin yargı önüne çıkarılmasını engelleyen sorunları, açılan az sayıda davada cezasızlık zırhının güçlendirilmesiyle sonuçlanan bir dizi başkaca sorun izler.

Nedir bunlar? Hafıza Merkezi’nin geçmişle yüzleşme ve ağır insan hakları ihlallerinde cezasızlık sorununa ilişkin tespit ettiği sorunlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkün: Yıllarca sürüncemede bırakılan dosyaların zamanaşımına uğratılarak kapatılması, yeterli ve gerekli araştırmanın yapılmaması, delillerin toplanmaması ya da korunmaması, keşif yapılmaması, yasal standartlara uygun otopsi işlemi yapılmaması, şüpheli olma olasılığı bulunan güvenlik güçlerinin düzenlediği bilgi ve belgelerin esas kabul edilmesi, bilgisi olması muhtemel görevlilerin ifadesinin alınmaması, tanık ifadelerine başvurulmaması.

Bu sorunların bertaraf edilmediği her soruşturma, faillerin korunduğu, gerçeklerin üstünün örtüldüğü, adaletin sağlanmaması nedeniyle yakınlarını kaybedenlerin bir kez daha mağdur edildiği, toplumun hakikati bilme hakkının ihlal edildiği Cezasızlığa çıkar.

Cezasızlık, yani, “Bir ihlalin faillerinin suçlanmasına, alıkonulmasına, yargılanmasına ve suçlu bulundukları taktirde uygun şekilde cezalandırılmasına dair cezai, hukuki, idari ve fiili her türlü olanaksızlık hali”.

Bu “olanaksızlık hali”ni aşmak asıl olarak yetkili kurumların iradesini gerektiren bir konuysa da hukuki süreçlerin takibi ve belgelenmesiyle, geçmişle mesafelenmeye direnen her türden mekanizmayı deşifre etmek, 1990’lardan bugüne yansıyan her türden karanlıkla yüzleşme cesareti de az şey değildir. Ve bugün ihtiyacımız olan tam da budur.


[1] 10 Mayıs tarihli haberlere göre 31 kişinin ismi şöyle: Abbas Gülbahçe, Ahmet Zırığ, Aydın Güner, Bişeng Kolanç, Derya Koç, Eda Kutay, Edip Arvaz, Ekrem Sevilgen, Emrah Ortak, Erdal Kar, Ferhat Özlüer, Hasan Tağ, Hüseyin Kayaalp, İbrahim Altunkaynak, Kenan Adıgüzel, Mehmet Benzer, Mehmet Can, Mehmet Emin Bayar, Mehmet Özkül, Mesut Karşin, Metin Karane, Muhammet Ata Kalaycı, Muharrem Erbek, Murat Tunç, Nursel Dalmış, Ramazan Biriman, Serdar Özbek, Şükrü Coşkun, Tahir Akdoğan, Yasemin Çıkmaz ve Yılmaz Geçim