Barış Atölyeleri’nin katılımcısı Berfin Azdal Beraberce Derneği’nde barış kültürüne ilişkin eğitimleri hazırlıyor.
Her sene eylül ayında iki “Dünya Barış Günü” kutlanıyor. 1 Eylül, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyeleri tarafından ilan edilen tarih. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Polonya’yı işgale başladığı günü hatırlatmak üzere seçildi. 1981’de ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oy birliğiyle, 21 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” ilan etti. Her iki tarih de bize barışın önemini hatırlatıyor ve barışı inşa etmek için yapabileceklerimizi bir kez daha düşünme imkânı veriyor.
Biz de Hafıza Merkezi olarak 2015 yılından bu yana barış alanında çalışmalar yürütüyoruz. Zor Zamanlarda Barışı Savunmak projesiyle başlayan çabamız, 2020 başından beri Barış Atölyesi’yle devam ediyor. Almanya merkezli Berghof Vakfı’yla birlikte yürüttüğümüz Atölye’nin katılımcıları, barış alanında çalışmalar yapmış ya da yapmaya istekli 25-35 yaş arası 17 gençten oluşuyor. Barış ve çatışma çözümü literatürünün temel kavramları, dünyadan barış süreçleri örnekleri, katılımcı barış inşası gibi birçok konuyu ele alıyoruz. Hedefimiz, katılımcıların barış alanındaki kavramsal ve pratik tartışmalara hakimiyetlerini artırmak, bu tartışmaları kendi çalışma alanlarıyla nasıl etkileşime geçirebileceklerine dair birlikte düşünmelerini kolaylaştırmak ve barış alanında aktif rol almalarını teşvik etmek.
Atölyelere COVİD-19 salgını nedeniyle Mayıs ayında çevrimiçi toplantılarla başladık ve Haziran’a kadar beş çevrimiçi toplantı gerçekleştirdik. Barış, şiddet ve çatışma kavramlarını tanımlayarak başladığımız atölyelere, çatışma analizinde kullanılan araçlarla devam ettik. Son iki oturumda çatışma dönüşümü ve barış inşası kavramlarını Kolombiya ve Sri Lanka’da yaşanan barış süreçleri üzerinden tartıştık. Her ne kadar en kısa zamanda fiziksel olarak bir araya gelmeyi istesek de pandemi nedeniyle toplantılara bir süre daha çevrimiçi olarak devam edeceğiz. Eylül’de tekrar başlayacağımız atölyelerin ilkinin konusu Türkiye olacak. Ağustos boyunca da atölye katılımcılarından barış alanıyla ilişkili üç sunum dinledik. Bu sunumların ilkini Beraberce Derneği’nin barış kültürüne ilişkin eğitimlerini hazırlayan ve koordinasyonunu yapan Berfin Azdal yaptı. Berfin, kendisinin de katıldığı Monte Sole Barış Okulu Vakfı’nın barış eğitimini ve Monte Sole’nin bu konuya yaklaşımını anlattı. Hafıza Merkezi’nden Özlem Kaya ile Zeynep Ekmekçi, Berfin’le Monte Sole’den düzenlediğimiz atölyeye uzanan bir söyleşi yaptı, barışı konuştu.
Monte Sole Barış Okulu’ndan başlayalım. Seni Beraberce Derneği’nin değişim programıyla özellikle oraya gitmeye ikna eden neydi? Beklentini karşılayan bir deneyim oldu mu?
2017 yılında göçmenlerin haklara erişimini destekleyen bir sivil toplum kuruluşunda çalışmaktaydım. Bu organizasyon, çeşitli sivil toplum örgütleri ve kamu kuruluşlarıyla işbirliği içerisinde olan bir yapıydı. Bu süreçte hak temelli bir alanda dahi barış kültürü temelli bir eşitlik anlayışına karşı bir mesafe olduğumu fark ettim. Bu mesafeyi başkaları için fark etmek kolaydı ancak bir gün kendime de fena halde yakalandım. Alışık olmadığım şekilde, tepeden tırnağa örtülü bir halde ofise gelen kadın danışanı, bana şaka yapmaya çalışan bir arkadaşım olarak algılamıştım başlangıçta. Daha sonraları ise bu kadının özellikle kız çocuklarının eğitimi için mücadele eden bir insan olduğunu öğrendim. Önyargılar, ezberler, mesafeler… Kendi egemen pozisyonlarımı, avantajlarımı düşünürken bir yıl kadar sonra Beraberce Derneği’nin değişim programı çağrısına rastladım. Monte Sole Barış Okulu Vakfı, benim sorularımı derinleştiren, beş yaşından büyük herkesle bu soruları yenilikçi ve cesur yöntemlerle tartışabilen bir okul. Aynı zamanda hafızalaştırma alanında çalışan köklü bir kurum. Barış ve eğitim alanlarının kesiştiği noktalarda çalışmaya tutkun biri olarak Monte Sole Barış Okulu Vakfı’nı ziyaret ettim. Beklentilerimi aşan, ufuk kazandıran, perspektif sunan özel bir deneyim oldu.
Barışı konuşmaya kendinden başlamak tam olarak ne demek ve sence neden önemli?
Büyük cümleler kurmaktan çekindiğimi söylemek isterim öncellikle. Bana kalırsa, biz dünyayı ve gündelik hayatımızı düşünürken kümeler ve ikiliklerle düşünme eğilimindeyiz. Mutlak bir “biz” kategorisi ve muğlak bir “onlar” kategorisi ile yorumluyoruz yaşamı. “Onlar”, barışın önündeki engel ve düşman bir kategori. “Bizler” ise yalnızca ezilen ve mağdur pozisyonlarında, muhteşem demokrasi algılarına sahip ve hiçbir önyargı ile hareket etmeyen kusursuz gruplarız (!). Bu elbette keskin bir hat ancak barışın inşası için mücadele edenlerin de bu hat üzerinde dolaştığını düşünüyorum. Bu yanıltıcı hat, barış kültürünün inşasının önündeki en büyük engel bana kalırsa. Fail, mağdur, tanık ve seyirci kategorilerinin her birinin yeniden tanımlanmaya ve sorgulanmaya ihtiyacı var. Bu yeniden düşünme süreci, barışı konuşmanın kanallarını açacak ve hatta çoğaltacaktır, umarım. Ait olduğumuz ya da aidiyetimizin kurgulandığı, karşı olduğumuz ya da karşıtlığımızın kurgulandığı tüm kategorileri yeniden ele alırsak, imtiyazlarımızı sorgularsak ve onlardan ne derece ve hangi koşullara bağlı olarak cayabileceğimizin ayırdına varırsak kalıcı bir barışa adım atmış olabiliriz. Linç kültürü, kitle kültürü, çatışma kültürü ve totalitarizm içimize sandığımızdan çok daha etkili bir biçimde işlemiş olabilir mi? En son ne zaman hiç konuşmadığımız birine yalnızca bedenine bakarak etiket atadık? Yönetim erkinin bir parçası olduğumuz zaman başkalarının hayatları için buyruklar saçmadığımıza emin miyiz? Dahası, hemen bugün cinsiyet, sınıf, etnisite, tür, yurttaşlık gibi pozisyonların sunduğu imtiyazlı zeminleri terk etmeye hazır mıyız? Bizler yalnızca ezilen, hiçbir irade alanı olmayan, kategorilerimize mahkûm varoluşlar mıyız yoksa değişim için kendimizden başlayan bir yolun da kuvvetli bir ihtimal olduğunu görebiliyor muyuz? Bu soruları düşünmenin ve sorgulamanın barış inşasında çok önemli olduğuna yürekten inanıyorum.
Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için yıllardır devam eden barış mücadelesine kendinden başlamanın ve farklı konumları sorgulamanın yer bulduğunu düşünüyor musun? Sence bunun önündeki en büyük engel ne?
Bu sorgulamayı ve dönüşüm sürecini kendi içinde dikkatle izleyenler elbette vardır. Ancak burada önemli olan, bu bakışın münferit olarak seyretmemesi, bir kültüre dönüşebilmesi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin kimi paydaşlarında bu bakışın daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz ancak demokratik siyaset alanında bu bakışın ne denli yaygın olduğuna ilişkin soru işaretlerim var. Dahası, bu çevrelerin bir parçası olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Türkiye’deki sol hareketlerin bu tarz bir bakışa ve anlayışa küçümseyici yargılarla yaklaştığına, anti-politik olarak nitelendirdiğine çoğu kez şahit oldum. Bunun bir kaçış ve direnç olduğunu düşünüyorum. Kalıcı ve sürdürülebilir, eşitlik temelinde bir barışın inşası için hepimiz elbet o yola gireceğiz. Diyelim ki demokratik özerkliği savunuyoruz ancak transfobiğiz. Diyelim ki cinsiyet özgürlükçüyüz ancak ırkçıyız. Diyelim ki ayrımcılık karşıtıyız ancak türcüyüz. Her seferinde masanın bir ayağı eksik ve sallantıda kalacak. O yüzden, kendimize de marangozluk yapmamız gerekir; barış mücadelesinin özneleri olarak.
Bunun önündeki engel ise savaşın yakıcılığı olabilir. Savaşın yakıcılığı öyle sisli, keskin, dar bir kültür yaratıyor ki, herkesi bir kategoriye sabitliyor. O sabitlenişte can güvenliği sorunları, bu özgürlük kapısını gölgeliyor olabilir. Zor bir soru.
Monte Sole sadece barışın değil, hatırlamanın, hatırlama adabının da konuşulduğu bir yer. Hatırlamak, hatırlatmak ve hatırlananla hesaplaşmak barışmayı destekler bir şeye nasıl dönüşebilir?
Monte Sole Barış Okulu Vakfı, hafıza politikaları ve barış politikaları arasındaki ayrımlara dikkat çeken bir sivil toplum kuruluşu. “Hafıza politikaları ve uzlaşma politikaları gerçekten birbirlerine uygun mu?” temel sorulardan biri. Hafıza politikaları kolaylıkla aidiyet yaratabilecek semboller sunarken; barış politikaları uyuşmazlıkları, anlaşmazlıkları, farklılıkları kapsar. Hafıza politikaları güçlü bir grup kimliği inşa ederken barış politikaları kişisel ve kolektif düzeyde travmatik mirasla ilgilenir; yas ve iyileştirme süreçlerini kolaylaştırır. Burada hafıza mekânlarının “dark turizm” olarak da adlandırılan içi boş bir “deneyim sahası” haline gelmesi de olanaklıdır. Ancak Monte Sole Barış Okulu Vakfı’na göre hafıza politikalarına dair stratejiler bireysel hafızalara sansür uygulamaz, tarihsel araştırmalar desteklenir ve aşağıdan tarihselleştirme yöntemi benimsenirse hafıza ve barış politikaları uyuşabilir.
Hafıza alanı, istismara oldukça açık bir alan. Hatırlamak, yalnızca tahakküm fırsatları sunmakla kalmıyor, bazen kutuplaştırıcı bir kamusal söylemi de tetikliyor. Hafıza ve barış politikaları arasında destekleyici bir ilişki kurmak için kurbanların, hayatta kalanların, madunların ve dilsizleştirilenlerin alanlarını işgal etmemek, buradaki bireysel hafızalara saygı ile yaklaşmak, anlama gayretini bir lütfa dönüştürmemek ve eşitsizlikleri ortaya çıkacak koşullarla olan ilgimizi sorgulamamız şart. Örneğin, Monte Sole Barış Okulu Vakfı, okulun bulunduğu Bolonya’daki Nazi mezarlarının da yer aldığı anıt mezar alanıyla aktif bir ilişki içerisinde. Uzaktan bir bakışla, bir fail ve suçlu mezarlığı burası ancak birçok çocuk mezarı da var. Burada hafızanın işlevi çok zorlu elbette ancak barış inşası için bu mezarlığın itina ile korunması şart görünüyor. “Her canlının, her varlığının yası tutulmaya değerdir,” diyorlar. “Ölüm terbiyesi” meselesinin giderek yaralayıcı bir hal aldığı, cenazelere ve mezarlara saldırılan, insanları yakınlarının mezarlarına beton dökmek zorunda bırakan bu toplumsal halde, bunlar elbette yakıcı sorular. Barışın inşası için de belki, ayrışmalara gebe olan pek çok hafızanın var olduğunu ancak burada saygı temelli bir ilişkilenme ile barışın gerçekten mümkün olabileceğini görmek gerekiyor.
Hafıza Merkezi’nde düzenlediğimiz Barış Atölyesinin katılımcılarındansın ve bu atölyenin hedeflerinden biri de gençlerle barışı konuşmak. Senin durduğun yerden bunun anlamı ne ve özel bir yöntemi olmalı mı?
Atölye oldukça keyifliydi, bol bol dinlemeli ve öğrenmeli bir dönemdi. Devamını mutlulukla bekliyorum. Benim açımdan bu atölyeyi keyifli kılan, farklı geçmişlerden gelen, farklı birikimlere sahip gençlerin buluşması oldu. Esasında bu bir karşılaşma sahasıydı ki bu karşılaşmalar olmadan barışın inşasının mümkün olduğuna inanmıyorum. Diyalog ve müzakere, barışın olmazsa olmazı. Atölyede bu zeminin yaratıldığını düşünüyorum. Özel bir yöntem olabilir belki, atölye katılımcıları olarak kendimize ışık tuttuğumuz birkaç oturum düzenlesek ne şahane olur.
Her şey için teşekkürler, başaracağız elbet, bu yolculuğun bir parçası olabilmeyi.