24 Ocak 1993 Pazar günü, ülkeyi bir şok dalgası sardı. Gazeteci- yazar Uğur Mumcu, arabasına konan bir bomba sonucunda öldürülmüştü. Ülke yasa boğuldu, yürüyüşler düzenlendi, terör kınandı. Türkiye’nin gördüğü en kalabalık cenaze töreni yaşandığında, tarihler 27 Ocak 1993’ü gösteriyordu.
Öldürüldüğü yerin altında derin bir çukur oluştu. Oluşan çukurun üstüne karanfil attı biri. O karanfili diğerleri izledi… Soğuk Ankara gecelerinde meşalelerle o çiçek anıtının önünde insanlar sabahladı. Gecelerce, haftalarca. Gelenler, çiçeklerin yanına mumlarını yaktı…
Beni, bak çiçekten bir bahçe oldu, diyerek, yukarı çıkardıklarında ağlayan insanları gördüm. Ellerinde mumlar; ağızlarından soğuk havanın izi çıkarak duruyorlardı. Hep bir ağızdan türkü söylüyorlardı: “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak”, ardından “Şu sılanın ufak, tefek yolları…Ağrıdan sızıdan tutmaz ellerim…” yiğidim aslanım’a “odam kireç tutmuyor” karışıyordu. Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi, daha uzak…diye kolkola girmiş insanlar çiçeklere bakıyor, göz yaşlarını siliyor ve orada duruyorlardı.
Zaman geçti, insanlar yavaş yavaş normal hayatlarına dönmeye başladı. O çukur yer, orada kaldı. Bir de, arabanın park ettiği yerde bombanın etkisiyle tahrip olan duvar…
Cenaze kalabalıktı. Ankara’nın o yağmurlu gününde, yüzbinlerce insan Kızılay’dan Cebeci Asri Mezarlığı’na yürüdü. Karanfiller atılıyordu tabutun üzerine, karanfiller gömülürken de yağmaya devam etti.
…
Bu girişi neden yazdım? Bir anıt neden orada durur? Bir mezar hangi fikirle bir şekil alır? Orada yatanı unutmamak içindir mezarlar. Uğrayanı bile olmasa da, birinin aslında bu dünyadan gelip geçtiğinin en somut kanıtıdır.
Size şimdi, ailemizin düşünsel anlamda yer aldığı, üç anıtı anlatmak istiyorum.
İlki, babamın Cebeci Asri Mezarlığı’na yer alan mezarı. Mezarın nasıl olacağına ilişkin uzun tartışmalar oldu; heykeltraşlar geldi, çizdiler ve bir uygulama yaptılar. O uygulama üzerinden, yumuşak bir taştan mezar oyuldu. Sağ tarafında ünlü “Sesleniş” yazısı yazıyordu. Sol tarafında ise kademe kademe yükselen dalgalar… Dalgalar yazının seçilmiş yerinin ritmiyle aynı ritimdeydi: “Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi / Unutma bizi / Unutma bizi / Unutma bizi…” 22 Ağustos 1942 – ….
Olayın olduğu yerde bir duvarın tahrip olduğunu söylemiştim. O duvar, belediyeye ait bir su deposunun arazisinin dış duvarıydı. Duvarın o kısmı korunarak, duvar yıkıldı ve o alan “Uğur Mumcu Parkı” olarak hayata geçti. Orada ise o duvarı koruyacak ve çevresini çepeçevre saracak bir anıt yapıldı. Duvarın tahrip ettiği yerlerin korunması için çelik demirler kullanıldı. Özellikle Ankara’nın taşları kullanıldı. Duvar beyazdı, taşlar ise bordo Ankara taşı. Anıtın yanına mum yakılacak özel alanlar bırakıldı. Önüne “24 Ocak 1993…” yazıldı, arkasına ise “Ankara’nın taşına bak….”
24 Ocak 2003’te, babamın öldürülmesinin 10. Yılında, aynı parka, bir anıt daha yapıldı. Faili meçhul anıtı. Bu ülkede babam ne ilkti, ne de son oldu. Çelik bir konstrüksiyona sahip olan anıt, patlama ve kırılmayı da temsil ediyordu. Kaidesine ise şu yazıldı: “Kimi Ölüler Bize Ne Kadar Yakın, Yaşayanların Bir çoğu da Ne Kadar Ölü”… Açılırken beyaz güvercinler bırakıldı gökyüzüne…
Yaşanan acının sanatsal dışavurumu, bu anıtlar oldu. Babamın heykelleri, özellikle yerel belediyelerin girişimiyle yapılmaya devam ediyor. Beşiktaş Meydanı’nda, Vatan Caddesi’nde, Çeşme’de, Antalya’da, ülkenin bir çok yerinde onun heykelini bulmak mümkün.
Türkiye gibi bir ülkede, acıların anıta dönüşmesi önemlidir. Bu bireysel bir sanat çabası da olabilir. Ancak, biz aile olarak, toplumu derin olarak yaralayan bir olayın sanata dönüştürülebileceğini gördük ve bu fikri hayata geçirmek için uzunca bir süre uğraştık.
Babamın heykelinin yapılmasından öte insanların bazı olayların ne olduğunu unutmamasının önemli olduğunu düşünerek yetiştirildim.
Bu, bir bombanın bıraktığı tahribatın izinin sanatsal yöntemlerle korunması, haksızlığa karşı dalga dalga büyüyen kalabalıkların bir başka temsili olabilir.
Geleceğe kalacak olan ise yüzlerden öte sözler ve bu sözlerin dünyaya bıraktığı izlerdir.
* Bu yazı Aralık 2011’de düzenlediğimiz Anıtlar, Müzeler ve Anma Girişimleri Atölyesi için yazıldı.