Fotoğraf: CNN TürkANF TürkçeHafıza Merkezi'nin kurucularından ve Paris 8 Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olarak görev yapan Özgür Sevgi Göral, hafızanın bir ulus için önemine, yas tutma hakkının detaylarına ve Türk devletinin hafızaya yönelik saldırılarının siyasal ve toplumsal anlamlarına ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
Uzun zamandır hafıza çalışmalarında yer alıyorsunuz. Okuyucularımızın da hatırlaması için yakın tarihte yaşanan saldırılara ilişkin bir bilgilendirme yapabilir misiniz?
Hafıza sahası son derece çelişkili, çok aktörlü, pek çok farklı hafızanın birbiriyle yarışarak, çatışarak ve mücadele ederek dolaştığı bir saha ve bu sahanın sınırları belki de en çok politika tarafından belirleniyor. ‘Diyalog süreci’nin sona ermesinden ve çatışmanın şiddetli biçimde yeniden başlamasından sonra Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durum devletin mezarlara ve cenazelere saldırmasının en önemli sebebi. Kürt meselesinin savaşarak hallini savunan, Türkiye’nin farklı faşizmlerinin çeşitli varyantlarını belirli bir Türklük ve Müslümanlık yorumuyla mevcut milliyetçi cepheye eklemleyen; siyasi alanı sürekli milliyetçilik, militarizm ve ‘terörle mücadele’ seferberliği aracılığıyla tahkim eden bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bu iktidar, Kürt toplumunun cenazeleri ve mezarlarıyla iki düzeyde uğraşıyor: * Daha görünür düzey diyebileceğimiz, örneğin Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk gömülürken cenazeye yapılan saldırı, sokağa çıkma yasakları döneminde Silopi’de cenazesi sokakta kalan Taybet İnan, Cizre’de ayağından yaralanmış bir kadına müdahale ederken öldürülen sağlık çalışanı Aziz Yural, Bitlis’in Garzan Mezarlığı'ndan çıkarılan kemiklerin kutulara konularak Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmesi gibi kamuoyu önünde cenazelere yapılan saldırılar. * Bir diğer ve daha az görünen düzey ise özellikle Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (MEBYA-DER) raporlarından ve çalışmalarından takip edebildiğimiz gerilla cenazelerine yapılan saldırılar. MEBYA-DER’e göre burada üç tür sorundan söz edilebilir;
Bu daha az görünür olan düzeyin sembolleri olarak da Ekin Wan’ın işkence yapılmış çıplak bedeninin teşhir edilmesi ve Hacı Birlik’in cansız bedeninin zırhlı araç arkasında sürüklenmesi düşünülebilir.
Son yıllarda özellikle Kürtlerin mezarlarına ve cenazelerine yoğun saldırılarıyla neyi hedefliyor?
Az önce kategorize etmeye çalıştığım tüm örnekleri bir arada düşünürsek birkaç şeyden birlikte söz etmek gerekir; * İlk ve belki de en klasik yorum, cenaze ve mezarlara saldırmanın hem bireysel hem de kolektif hafıza oluşumunu engellemek, hafızayı parçalamak amacını taşımasıdır. Ölüsünü gömme, yasını layıkıyla tutma hakkı elinden alınmış kişiler kamusal alanda en kadim hatırlama ediminden mahrum bırakılmışlardır. * Bir diğer boyut, ölüyü cenazesine ve mezarına saldırmak suretiyle insanlık dışı bir alana taşıma, insanlıktan çıkarma (de-humanization) sürecine işaret eder. Devlet bazı bedenleri işaretleyerek onları her tür muameleyi hak eden unsurlar olarak insanlıktan çıkarmayı amaçlar. * Öte yandan, bu saldırılar aynı zamanda, bir topluluğun haysiyetine saldırı anlamına da gelir. Cenazelere ve mezarlara saldırılar, özellikle de Kürt Hareketi etrafında mobilize olmuş Kürt toplumunu sadece cezalandırmayı, tehdit etmeyi, korkutmayı hedeflemekle kalmaz aynı zamanda bu kesimlerin haysiyetine de saldırı anlamına gelir. Kürt toplumunun bir parçası, birilerinin arkadaşı, yoldaşı, birilerinin evladı, kardeşi, yeğeni olarak mezarlarında rahat bırakılmayan bu bedenler, Kürt meselesinin müstakil, gerçek ve siyasal bir mesele olduğunu sadece dirileriyle değil ölüleriyle de ortaya koydukları için de bu kadar büyük bir gadre uğrarlar.
Mezarlara ve cenazelere saldırıların tarihsel arka planı var mı?
Türkiye’de mezarlara ve cenazelere saldırı, eminim bu söyleşiyi okuyanların da iyi bildiği gibi, yeni bir durum değil. 19. yüzyıl sonundan itibaren devletin sahip olduğu büyük şiddet repertuarının bir sonucu olarak soykırımdan tedhiş ve pogromlara, farklı kontrgerilla taktiklerinden kitle katliamlarına pek çok biçimde 'devletin bekasına' zarar veren unsurlar imha edildi. Bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca Ermeni mezarlarının tahrip edilmesinden erken dönem cumhuriyetin Kürt isyanlarının liderlerinin mezarsız bırakmasına, 70’li yıllarda alevi mezarlıklarının tahrip edilmesinden devrimcilerin cenaze törenlerine yapılan saldırılara, günümüzden ise trans kadınların cenazelerine pek çok örnek verilebilir kuşkusuz. Ben ise bu meseleyi daha yakın bir tarihten bir örnek ile ele almaya çalışacağım. Doktora tezimde incelediğim konu olan zorla kaybetmelerden örneklerle Türkiye’de cenazelere ve mezarlara saldırının çerçevesini çizmek isterim.
Kürdistan ve Türkiye ayağını zorla kaybetmeler ekseninde baz alırsak neler söylenebilir?
Zorla kaybetmelerin tarihi, aslında Ermeni Soykırımı’na kadar götürülebilir ya da Kıbrıs savaşı boyunca işlenen zorla kaybetme suçunun izi sürülerek ele alınabilir, ancak Türkiye’de yaygın ve sistematik bir şekilde 1990’lı yıllarda görülen daha güncel örnekleri incelediğim için bakışımı bu çerçeveyle sınırlayacağım. Zorla kaybetmeler, esasen 12 Eylül sonrasında uygulandı, bu suç Türkiye’nin batısında silahlı örgütlerin militanı olduğu düşünülen kişilere karşı uygulansa da çok yaygın bir biçimde 1990’lı yıllar boyunca Kürdistan’da veya Türkiye’nin batısında Kürt Hareketi etrafında mobilize olan kişilere karşı uygulandı. 1990’lı yıllarda Kürt silahlı ve siyasi hareketinin kazandığı geniş ve yaygın desteği bir egemenlik krizi olarak gören devlet, bu krize yeni bir kontrgerilla ve gayri nizami harp stratejisi geliştirerek cevap verdi. Bu yeni strateji aracılığıyla içinde zorla kaybetmelerin de olduğu; yaygın işkence, yasadışı ve keyfi infaz, zorla göç gibi pek çok farklı biçimi içeren bir devlet şiddeti repertuarını diğer siyasi baskılarla birlikte uygulamaya koydu. Devlet, zorla kaybetme suçunu Kürt savaşı bağlamında işlerken iki farklı profili hedef aldı; * Birincisi ve sayıca daha az olanı Kürdistan’da ve kısmen de İstanbul başta olmak üzere kimi büyük şehirlerde yaşayan, siyasi partilerde, hak örgütlerinde, Kürt Hareketi’nin basın-yayın organlarında çalışan ve yerel siyasi sözcüler diyebileceğimiz bir kesimdir. * Zorla kaybedilenlerin ikinci ve sayıca daha büyük grubunu oluşturan kesim ise Kürdistan’da kırda veya kentlerde yaşayan, devletin ölüm timleri açısından PKK’ye lojistik destek veren veya milisi olduğu düşünülen yüzlerce insan anlamına gelir. Bugün Türkiye’de büyük çoğunluğunu 1990’lı yıllardaki kaybedilenlerin oluşturduğu kayıpların kaç kişi olduğuna dair elimizde kesin veriler yok ama bu alanda çalışmış tüm sivil toplum örgütlerinin verilerini değerlendirirsek bu rakamın bin kişi civarında (kesin olmayan bir listeye göre bin 353 kişi) olduğunu söyleyebiliriz. Bu rakamın sadece Birleşmiş Milletler’in tanımına uygun bir şekilde zorla kaybedilmiş kişilere dair olduğunun altını çizmek isterim, infaz edilenler ve farklı şekillerde öldürülenleri dahil edersek rakam elbette çok daha yüksek olacaktır. Kaybedilenlerin büyük bir kısmı ise bugün hala mezarsız durumdadır. Hafıza Merkezi’nin verilerine göre; zorla kaybedilenlerin yakınlarının büyük bölümü kayıpların bedenlerine ulaşamamıştır, merkezin zorla kaybedildiğini kesinleştirdiği 486 kişiden 277’sinin bedeni hala kayıptır. Çoğunlukla yakınlarının çabaları sonucu bedeni/kemikleri bulunan küçük bir azınlık haricinde, kaybedilen kişinin bedeni/kemikleri ailelerine düzgün şekilde teslim edilmemiştir. İşkence ve kötü muamelenin ağır izlerini taşıyan bu bedenler, bulundukları zamanlarda ise ağırlıklı olarak yol kenarlarında, köylerin dışında kullanılmayan arazilerde, askeri bölgelere yakın boş arazilerde, su kuyularında, lağım çukurlarında ve inşaatlarda bulunuyordu. Kaybedilenlerin bedenleri, faillerin ceza almayacaklarına duydukları büyük güvenin bir sonucu olsa gerek, kolayca bulunabilecekleri bu yerlere üstünkörü bir şekilde bırakılmışlardı. Bedenlerin daha küçük bir kısmı ise ailelerin muazzam çabaları sonucu, Kürdistan’daki ve Türkiye’nin farklı yerlerindeki kimsesizler mezarlıklarında bulunmuştu.
Kürdistan ve dünyadaki diğer örneklerin benzerlikleri var mı?
Zorla kaybetmelerin çok yaygın olarak kullanıldığı kimi başka örneklerde de benzer örüntüleri görürüz. Kısa süre önce yaptığım 9 ülkedeki zorla kaybetmeleri ele alan karşılaştırmalı bir araştırmanın verilerine dayanarak Türkiye devletinin, özellikle de bu suçu Kürt savaşı bağlamında işlediği biçime en benzeyen örneklerin Çeçen Savaşı ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’deki zorla kaybetme örüntülerine en çok benzeyen bu iki örnekte de suçun sömürgecilik karşıtı bir harekete karşı ve etno-politik bir çatışma bağlamında kullanılması, tesadüf değil. Suçun işlenmesine dair benzerlikleri bu söyleşinin boyutlarını çok aşarak uzatmamı gerektireceğinden bir kenara bırakırsam, bedenlere, cenazelere ve mezarlıklara yapılan muamele açısından bu örnekler arasında önemli benzerlikler olduğunu söyleyebilirim. 1994’ten 2009’a kadar aralıklı olarak süren Birinci ve İkinci Çeçen Savaşı’nda Rusya Federasyonu güçleri silahlı savaşanları ya da onlara lojistik destek verdiğini ileri sürdükleri sivilleri kaybetmiş, kaybedilenlerin bedenlerin büyük kısmı bulunamamış, bulunanlar ağır işkence izleri taşımakta ve bedenlerin büyük kısmı toplu mezarlarda ve boş askeri arazilerde üstünkörü bir şekilde gömülmüşlerdir. Benzer bir örüntü, özellikle Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın sonuna doğru, 1961’de aktif olan Fransız kontrgerilla örgütü L’Organisation de l'armée secrète (OAS) tarafından uygulandığı haliyle Cezayir’de görülmüştür; kaybedilen sömürgecilik karşıtı FLN militanlarının veya destekçilerinin de bedenlerine sıklıkla ulaşılamamıştır. Ulaşılan bedenler ağır işkence izleri taşır; bulunan bedenler ise ya toplu mezarlıklara atılmışlar ya da Kürdistan örneğine çok benzer bir biçimde boş askeri arazilere, yol kenarlarına, su kuyularına, inşaatların içine üstün körü bir biçimde bırakılmışlardır. Dolayısıyla Kürt savaşı bağlamında da uygulanan bu şiddet fazlasının çoğunlukla etno-politik çatışmalarda ya da sömürgecilik karşıtı hareketlere karşı yürütülen savaşlarda kullanıldığını ileri sürebiliriz.
Evrensel ve temel bir hak olan yas tutma sürecinin, Kürtler söz konusu olunca uluslararası alanda dahi gündemleşmemesini ve herhangi bir yaptırım uygulanmamasını neye bağlıyorsunuz?
Açıkçası bu durumu içinde bulunduğumuz küresel siyasi düzenin olağan bir sonucu olarak görüyorum. Hangi devlet başka bir devlete bu hakkı kullandırtmadığı için bir yaptırım uygulayacak durumda olabilir? Dünyanın pek çok yerinde, örneğin ABD’de, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, nasıl adlandırırsak adlandıralım, faşist ve ırkçı hareketler güçlendi, örgütlendi, kendini tahkim etti ve siyasi alanda çok daha fazla söz sahibi olmaya başladı. Bu hareketlerin güçlenmesi sadece giderek sertleşen bir faşist düşünce tarzının olgunlaşmasını temsil etmekle kalmadı aynı zamanda aktif biçimde politika yaptıkları ülkelerin ‘merkez’lerini de sistematik bir şekilde sağa çekti. Takip etmeye çalıştığım bir örnekten, Fransa’dan kısacık bahsedeyim. Bugün Fransa’da son iki yılda güçlenen, göçmen ve emekçi mahallelerinde örgütlenen, geçmiş dönemlerin sistem içi ırkçılık karşıtı hareketlerinin yerine daha radikal bir politik söz kurmak için mücadele eden, yaşadıkları polis şiddetini Fransız devletinin geçmişteki ve mevcut sömürgeci, ırkçı yapısıyla ilişkilendiren ve sadece polis şiddetine değil aynı zamanda içine kapatıldıkları siyasal, kültürel ve mekansal gettolara da itiraz eden yeni kuşak, radikal ırkçılık karşıtı hareketler ortaya çıkmış durumda. Bu hareketlerin sözcülerinin merkez sağ ve merkez sol politikacılar tarafından nasıl kriminalize edildiğine, nasıl şiddetle damgalanarak saldırıya uğradıklarına bakarsak hem ‘merkez’ ile aşırı sağ arasındaki karşılıklı ilişkiyi ve hem de neden herhangi bir uluslararası merkezden kendiliğinden destek gelmeyeceğini görürüz. İçinde bulunduğumuz siyasi momenti de düşünürsek bu destek ancak benzer meseleler ekseninde mücadele eden radikal hareketler arası kurulacak ilişkiler aracılığıyla gelebilir. Zaten Kürt Hareketi gibi uluslararası bağlamdaki pek çok kurtuluş hareketiyle ilişkili bir hareket de bunu çok iyi biliyor. Elbette bu çaba, bazen sınırlılıkları çok belirgin bir şekilde yüzümüze çarpsa da formel uluslararası kurumlar, mekanizmalar ve aktörler nezdinde de mücadelenin ve müzakerenin eşzamanlı biçimde sürmesini gerektirir.
Bir toplumun en köklü özelliklerinden ve varlık gerekçesi olarak kabul edilen hafızaya saldırıların siyasal ve toplumsal anlamları dair neler söyleyebilirsiniz?
Bu soruya da yine önce Fransa’dan bir örnek vererek sonra Türkiye’ye geçmek isterim. 17 Ekim 1961’de, sadece Cezayirli işçiler için geçerli olacak ırkçı bir sokağa çıkma yasağına karşı Paris’in yoksul banliyölerinden, Nanterre’den, Colombe’dan ve Gennevilliers’den gelerek Paris’te gösteri yürüyüşü yapmayı hedefleyen FLN yanlısı kalabalığın üzerine ateş açan, bir kısmını şehir merkezinde öldüresiye döverek Seine nehrine atan, metro istasyonlarında kıstırıp ezerek ve havasız bırakarak, bir kısmını da işkencede, toplam 200 civarında kişiyi öldüren polis ekiplerini Paris Emniyet Müdürü Maurice Papon yönetiyordu. Papon’un kariyerine bakarsak, Vichy Fransa’sındaki görevi sırasında toplama kamplarını ve anti semitizme bağlı imha biçimlerini, bağlı olduğu faşist ağlar nedeniyle Fransa’nın Hindiçini’nde uyguladığı sömürgeci şiddeti, Fas’ta ve Cezayir’de görev yaptığı yıllarda Fas ve Cezayir’de uygulanmış olan sömürgeci kontrgerilla taktiklerini öğrendiğini görürüz. Papon, öğrendiği ve bizzat uyguladığı sömürgeci şiddeti daha sonra, Fransız devletinin egemenlik krizini çözmek için metropolde uygulamakta tereddüt etmedi. Bu eylemde devletin toplam kaç kişiyi katlettiğini hala tam olarak bilmiyoruz, öldürülenlerin hepsinin isimlerini bilmiyoruz, ancak Cezayir’de uygulanan sömürgeci şiddetin Paris sokaklarında da dolaştığını biliyoruz. Buradan yola çıkarak, son yıllarda özellikle sosyal medyada kolaycı bir şekilde ileri sürüldüğü gibi, Kürdistan’daki yani sömürgedeki şiddetin dolayımsız ve olduğu gibi metropolde de uygulandığını ileri sürmüyorum elbette. Ancak sömürgede uygulanan şiddet biçimleri bir süre sonra belirli bir dolayımdan geçerek, ihtiyaç görüldüğü düşünüldüğünde ve sıklıkla bir egemenlik krizine yanıt olarak, seçici bir şekilde ve belirli kesimleri hedef alarak metropole de gelir, tarihsel olarak bunun pek çok örneğini verebiliriz. Sömürgeci şiddet toplumun tamamını milliyetçilik, militarizm, eril şiddet ve eşitsizlik üreterek zehirlemekle kalmaz, aynı zamanda kendi formlarını metropole ihraç eder. Türkiye örneğinde düşünürsek; İstanbul’un sokaklarının kaderinin, Cizre’nin sokaklarının kaderiyle ilk anda düşünüldüğünden çok daha sıkı, karmaşık, çelişkili ve birbirini etkileyen bir tarzda ilişkili olduğu anlamına gelir. Tıpkı Paris’in sokaklarının Oran ve Setif ile ilişkili olduğu gibi. Bugün Türkiye’de hafıza üzerine düşünmek, şık bir kavram üzerine düşünmek yerine sömürgeciliğin, faşizmlerin, farklı ırkçılıkların ürettiği devlet şiddeti biçimlerinin tarihsel olarak nasıl mümkün olduğu ve nasıl seyahat ettiği üzerine düşünmek anlamına geliyor.
Türk devletinin şiddet ve saldırı geleneğinin geldiği noktayı nasıl ele alıyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti devletinin çok köklü, ciddi ve uluslararası örneklerle de ilişki kuran bir devlet şiddeti geleneği var. Üstelik bu gelenek, tarihsel olarak büyük bir toplumsal onay ve kabul ile iş gördü. Bugün cenazelere ve mezarlara yapılan saldırılar da Türkiye’nin batısının çoğunluğu nezdinde, en hafifinden umursamazlıkla geçiştiriliyor. En ağır şekliyle ise bu saldırılar meşru görülerek onaylanıyor ve destek görüyor. Devlet şiddeti geleneğini ciddiye almak demek, bana göre, öncelikle toplumun geniş kesimlerinin onayının nasıl alındığı üzerine derinlikli bir şekilde düşünmek anlamına gelir. Üstelik bugün Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi kriz, dünyanın pek çok başka yerinde olduğu gibi, tarihsel sömürü ve şiddet biçimleriyle sıkı sıkıya ilişkili, dolayısıyla bugünün devlet şiddet biçimlerini konuşurken aynı zamanda geçmişle ve tarihin işlenme biçimleriyle ilgili bir tartışmayı da yapıyoruz. Bugün mezarlara ve cenazelere yapılan saldırılar dahil devlet şiddeti biçimleri, sömürgeciliğin güncel şiddet repertuarıyla olduğu kadar tarihsel şiddet repertuarıyla da ilişkili. Dolayısıyla bugün devlet şiddetinin geldiği nokta üzerine geliştirilecek düşünce, bu geleneğin tarihsel kökenleriyle ilişki kurmak, geçmiş, tarih ve hafıza sahasının çeşitli düzeylerini kat etmek zorunda diye düşünüyorum. Zira aslında şiddetin failleri açısından da bu şiddete karşı direnenler açısından da mesele geçmişi ve hafızayı içeriyor. Bu düşünce aynı zamanda devlet şiddeti geleneğinin sömürgede ve metropolde, kentte ve kırda, farklı mekanlarda nasıl dağıldığına, bu dağılımın birbirini nasıl etkilediğine ve buna karşı mücadelenin ne tür ilişkiler kurarak yapılabileceğine dair düşünmeyi de gerektirir. Hafıza üzerine düşünmek sadece entelektüel bir etkinlik veya soyut bir düşünce olamaz, bu düşüncenin mutlaka kolektif bir çabayı ve siyasi hareketliliklerle ilişki kurmayı gerektirdiğine inanıyorum. Hafıza dediğimiz şey gerçek bir mücadele sahası olacaksa tam da ölülere ve mezarlara bugün yapılan saldırıların tarihsel ve güncel anlamlarına yoğunlaşmak zorunda. Bugünün koşullarında bu çok zor bir görev olsa da bakmamız ve derinlemesine anlamaya çalışmamız gereken yerin tam burası olduğuna inanıyorum.