20. yüzyıl, insanlık tarihinin en kanlı yüzyıllarından biri. Ancak bu yüzyıl aynı zamanda bir haklar çağı da.
Bireylerin, toplulukların haklar mücadelesinde önemli ve kalıcı kazanımlar elde ettikleri bir çağ.
Belki de bu iki tezat gelişmenin birleştiği en önemli alan geçmişle hesaplaşma, geçiş dönemi adaleti mekanizmaları olarak somutlanıyor. Savaşlar, iç savaşlar, diktatörlükler sonrası demokrasiye geçiş ya da demokratikleşmenin araçları artık kurallara bağlanmış, çerçevelenmiş, hatta akademik çalışma alanları haline gelmiş durumda. Tarihsel diyalog girişimleri (örneğin Almanya ve Fransa ilişkileri, Çin ve Japonya, hatta Ermeni Soykırımı), Geçiş Dönemi Adaleti mekanizmaları (Güney Afrika, en son Brezilya, Kanada, hatta Lübnan) bu kurumsallaşmanın iki örneği. Özürler, tazminatlar, hafızalaştırma çalışmaları, onarıcı ya da cezalandırıcı adalet mekanizmaları, hakikat komisyonları, tarihsel diyalog komisyonları ve tüm bu mekanizmaların toplumsal cinsiyet bakış açısıyla değerlendirilmesi bu hesaplaşmanın ve haklara dayanan yeni bir düzenin kurulmasının olmazsa olmaz araçları olarak kabul ediliyor.
Hafızalaştırma çalışmaları
Geçiş dönemi adaleti son 30 yıldır dünyanın çok farklı ülkelerinde uygulanıyor, ama son 10 yıla hafızalaştırma çalışmalarının damgasını vurduğunu söylemek mümkün.
Ağır insan hakları ihlalleri, soykırım, reddedilen etnik varoluş, etnik ya da dinsel çatışmalar, iç savaşlar hafızalaştırma çalışmalarının uygulandığı alanlar.
Özellikle son 10 yılda tarihi yerler/mekanlar, anıtlar ve müzeler, bazı toplumsal veya kavramsal sanat projeleri, anma törenleri ve temsilleri gibi hafızayı canlı tutmaya yönelik etkinlik ve eserler, demokrasi ve insan hakları mücadelelerinde kritik öneme sahip unsurlar olarak ön plana çıktı.
Hafıza akışkan, gelişen ve zamanla değişen bir şey. Her ne kadar kökü geçmişte olsa da hafıza bugünü tanımlayıp geleceği şekillendirebilir. Geçmişe bir anlam kazandırılmasını sağlayabilir.
Geçmiş şiddetin parçası olanların, siyasal gücü bütünüyle olmasa da etkileyebilecek konumda olmaları ulusal düzeyde yapılan hafızalaştırma çalışmalarının olumsuz etkilenmesine neden oluyor.
Hafızanın kimlik açısından merkezi olduğu durumlar, ötekilerle ilişkimizi belirlediği gibi geçmişin nasıl ele alınması gerektiği konusundaki yaklaşımı da etkileyebiliyor. Bosna Hersek ya da Burundi’de hafızanın etnikleşmesi, Kamboçya’da baskı altına alınması, Güney Afrika’da adaletsizliğin devletle özdeşleşmesi ya da Guetamala’daki sessizliğin hafızası bu etkilemenin örnekleri.
Her ne kadar bu tür çalışmaların hemen hepsi için bir rejim değişikliği, bir geçiş gerekse de bu çalışmaların demokratikleşmeye ve dönüşüme katkı bağlamında da ele alınması gerektiği söylenebilir.
Egemen resmi söylemin ve tutumun çatlamaya başlaması bir süreç ve bu süreç ‘geçiş’ olmadan başlıyor. Bu durumda bu sürecin ana aktörü olarak sivil toplum ortaya çıkıyor. Dernekler, bazen siyasi partiler, belediyeler, yerel inisiyatifler…
Bu tür çalışmaların siyasal bir farklılık olmadan başlatılması siyasal irade gösterilmesine de katkı sağlayabilir.
Ancak ortaklaşmış bir yaklaşım ve söylem sağlanamasa da çalışmaların gerçeğin ortaya çıkmasına, egemen söylem karşısında farklı söylemlerin dolaşıma girmesine, tartışma yaratılmasına katkısı büyük.
Nasıl yapılmalı?
Bu çalışmaları hakkıyla yapabilmek için ‘Ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz? Nasıl yapıyoruz? Yerelle organik bağlar olmadan hafızalaştırma yapılabilir mi? Katılımı nasıl sağlıyoruz? Yaptığımız çalışmayla neyi hedefliyoruz?’ sorularını sormakta yarar var.