Bugün toplumun büyük çoğunluğuna inanılmaz gelse de Türkiye’de 2013-15 yılları arasında bir “Çözüm Süreci” yaşandı. Bu sürecin aktörleri, kurumları, temel kavşakları vardı. Peki, bugün artık Kürt Meselesi’ne siyasal çözüm talebi bile kriminal bir hale gelmişken ne yapmalı?
Bütün bu süreç yaşanmamış gibi gözümüzü kapatmamız mümkün mü? Bir daha asla yaşanmayacakmış gibi mi davranalım, bu mümkün mü? Peki ne yapmalıyız ya da ne yapıyoruz?
Türkiye’deki Kürt Meselesi’nde esas barışın bir siyasal çözüm ile mümkün olabileceğini savunanlar, şiddeti savunanlar ya da şiddetin rüzgarıyla savrulanlar kadar göz önünde olamasa da hep bir şeyler yapma çabasında oldular, bugün de öyleler… Bunun için altının çizilmesi gereken ilk ve en önemli şeylerden biri Türkiye’de bir siyasal çözüm sürecinin yaşandığını unutmamak, unutturmamak. Unutmamamız gereken bu nokta, hatalardan dersler alınarak, belki bazen yöntem değiştirerek dönüp dönüp merkeze koyacağımız noktadır ve bir toplumsal barış inşa edilecekse bu noktanın merkeze alınmasıyla edilebilecektir.
Uzatmadan esas mevzuya geçecek olursam, girişten de anlaşılacağı üzere bu bir objektif haber metni değildir. Yazıya konu kişi, kurum ve aktörlerin rızasını almadığım için isim zikretmeden izlenimlerimi, sübjektif olarak aktarmaya çalışacağım… Mevzumuz, islami sivil toplum camiasının bozulan çözüm süreci ve genel olarak Kürt Meselesi hakkında ne düşündüğü, söylediğidir…
Çözüm sürecinin bozulmasının birinci yılında Barış Vakfı, daha önce sürecin nasıl bozulduğuna dair hazırladığı geniş raporun yanına STK’ların çözüm sürecinde nasıl bir performans gösterdiğini irdeleyen, bunu STK temsilcileri ile yapılan mülakatlara dayandıran bir rapor eklemişti. Bu çalışmaların yanına başkaları ve başka toplantılar da eklendi. Hepsini zikredemeyeceğim, affetsinler. Hafıza Merkezi’nin hazırladığı son rapor vesilesiyle konuyu detaylandıracağım. “2013-2015: Türkiye Barış Süreci’nin Seyri, Kavramları ve Akamete Uğraması” başlığını taşıyan rapor adından da anlaşılacağı üzere neler yaşadığımızı, bunları hangi kavramlarla anlamlandırdığımızı ve nasıl akamete uğradığını hatırlatmaya çalışıyor. Zikrettiğim iki rapor vesilesiyle Diyarbakır ve Van’daki İslami Sivil Toplum çevresiyle görüşme ve toplantılarımız oldu. Dediğim gibi, çoğu hükümete yakın olan muhataplara sorup onaylarını almadığım için isimleri anmadan, somut konuların altını çizmeye çalışacağım…
Evvela; ne 2017’de ne de bugün Türkiye’nin batı yakasında olduğu gibi Kürt Meselesi esas gündem olmaktan çıkmış değil. Meselenin kriminalize edilmesi ve kamusal alanda tartışılırken bir kutuplaşma siyasetinin aracı olarak kullanılması, aktörleri özel alanlarına çekmiş olsa da bölgede siyaset siyasetle ilişkisi olan sivil toplum faaliyetlerinin merkezinde hala Türkiye’nin “Kürt Sorunu” dediği mesele var. Örneğin 2017 Mayıs’ında Van’da görüştüğüm bir İslami STK yetkilisi, ‘çözüm sürecinde bölgede psikolojik üstünlük PKK tarafında olduğu için hükümetin bazı adımları atmamasının kendileri için anlaşılır olduğunu ancak şehir çatışmaları sonrasında bu üstünlüğün hükümet tarafına geçtiğini ve bugün o adımların atılması gerektiğini’ söylemiş ve bu adımlara örnek olarak Kürtçe’nin resmi dil olması, anadilde eğitim hakkının tanınması gibi önemli talepleri sıralamıştı. Yine çözüm süreci devam ederken kendi kurumsal görüş ve önerilerini içeren bir rapor hazırlayıp hükümete sunduklarını ifade etmiş ve rapordan bir nüsha da bana vermişlerdi. O dönem görüştüğüm STK’lardan hükümete yakın olanlar dahil üzerinde en fazla ortaklaşılan talep Kürtçe’ye resmi bir statü verilmesi ve eğitim dili olarak yaygınlaştırılmasıydı. Bugün bu talep pek dillendirilmese de bu konularda bir geri adım olduğunu iddia etmek mümkün değil.
Geçtiğimiz hafta Hafıza Merkezi’nin taslak raporunu tartışmak üzere Diyarbakır’da 15 kadar islami STK temsilcisi ile bir toplantı gerçekleştirdik. Bu STK’ların büyük çoğunluğu hükümetle görüşebilen, AK Parti’ye desteğini kamusal alanda ifade eden kuruluşlar. Toplantıya katılan STK temsilcilerinin görüşlerinden altı çizilecek yerleri toparlayacak olursam; bugün hükümette baskın olan Kürt meselesinin “bittiğini” görüşüne katılmıyorlar. Bozulan çözüm sürecinin esas sorumlusu olarak gördükleri PKK’nin, Kürt meselesinin bir sonucu ve parçası olduğunu düşünüyor ancak PKK şiddetinin bugün çözümün önünde engel olduğu kanaatini taşıyorlar. Süreç boyunca PKK’nin bir tür hegemonya kurduğunu, İslami kesimin bu durumdan hem tedirgin hem de şikayetçi olduğunu vurguluyorlar. Çözüm Süreci’nin iki aktörlü ilerlemesinin yanlış olduğu görüşünü savunuyorlar ve “Kürt Meselesi herkesin meselesi olduğuna göre bölgeden çok aktörlü bir masa kurulmalıydı (ve kurulmalı)” diyorlar.
Çözüm Süreci’nin bozulmaya başlamasının miladı olarak 6-8 Ekim olaylarını görenlerin yanında Dolmabahçe Mutabakatı sonrasında netleşmeyen “silah bırakma kongresi” adımının esas bitirici etken olduğunu görenler hayli fazla. Süreci bozan aktörlerin başında devlet içindeki Fethullah Gülen Yapılanması’nı (Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) vurgusu yaparak) görüyorlar. 6-8 Ekim olaylarına Emniyet’in ‘neredeyse hiç müdahale etmemesini’ bu yapılanmanın bir komplosu olarak değerlendiriyorlar. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin bastırılmasında Sivil Toplum’un önemli bir rol oynadığını düşünüyor ve karar alma süreçlerine dahil edilmek istiyorlar. Suriye/Rojava meselesinin sürecin bozulmasında en önemli etken olduğunu ve ‘şehirlere hendeklerin kazılmasının çözüm arayışlarının önünde engel olduğunu ve çatışmayı derinleştirdiğini’ ifade ediyorlar…
Kürt Meselesi’nin tarihsel bir sorun olduğunu ve Cumhuriyetle yaşıt olduğunu paylaşıyor, çözmeye en yakın olduğumuz yerde kaçırdığımızı düşünüyorlar. Eğer Kürt meselesi çözülürse başkanlık sisteminin daha anlamlı olacağını, çözümsüz kalması durumunda bu sistemin sürdürülebilir olamayacağını ifade edenler oluyor. Türkiye’de Kürtlerin asli unsur ve islam ümmetinin parçası olarak görülmediklerini, Kürtlere yönelik bir ayrımcılığın devam ettiğini düşünüyorlar. Sivil toplumun tarafların gölgesinde hareket ettiğini, bunun da sesi ve sözü yaygınlaştırmanın önünde bir engel olduğunu ifade ediyorlar. Siyasetle görüntü vermeyecek, meseleyi siyaset mecrasından koruyacak, herkese ulaşabilmenin yollarını arayacak, risk alacak aktörlerin çıkması gerektiğine inanıyorlar.
Hasılı, Çözüm Süreci Çerçeve Yasası olarak bilinen kanunun lağvedildiği, Türkiye’nin arabulucu ve Türkiyeli bir STK olan İHH’nın da gözlemci olduğu Filipinler’deki çözüm sürecinin nihai anlaşma metninin devlet başkanı tarafından imzalandığı gün yaptığımız toplantıda Diyarbakır’daki İslami STK’ların genel yaklaşımı; ortada bir sorun olduğu ve halen bir çözüm beklediği, bu sorunun çözümünün bölgede birden çok aktörü meseleye dahil ederek mümkün olabileceği, sorunun çözümünde bugün anayasal vatandaşlık ve anadilde eğitim hakkına odaklanmak gerektiği, bunun sorunu büyük ölçüde çözeceği şeklinde özetlenebilir.
Toplantı ve görüşmelerden edindiğim izlenim; islami STK’lar böyle bir konu etrafında bir araya gelmeyi olumlu ve faydalı bir etkinlik olarak değerlendirerek sürdürmeye niyetlendikleriydi. Ayrıca sadece birbirleri ile değil, birbirlerine pek benzemeyenlerle de bir ara gelişlerin diyaloğu açık tutması noktasında kıymetli olduğu konusunda hemfikirler. Belki önümüzdeki süreç böyle el yordamıyla bir ara gelişlerin var edip büyüttüğü bir “Sivil Kamusal Alan” inşa edebilir, bu kamusal alan sivil topluma bahşedilmiş değil de sivil toplumun kendi inşa ettiği bir alan olduğu için daha önceki tecrübelerin aksine muhafaza edilebilir. Bahşedilmiş değil de inşa edilmiş bir “Sivil” Kamusal Alan’ın sahipleri Kürt meselesi başta olmak üzere toplumsal uzlaşma meselesinde daha güçlü bir aktör olabilir, “inatçı bir melankolik” Diyarbekir bir kez daha lokomotif olabilir, kim bilir…